Mevcut hayata, dolayısıyla mekânlara, nesnelere ve hadisata bakanlar, kendi zamanlarının zihniyetiyle, kültürüyle, anlayışıyla ve yorumuyla bakarlar.
Bu nedenle, geçmişten bugüne ola gelen her türlü bakış, anlayış ve yorum kendi zamanını ele verir. Ancak şu var ki söz konusu fiiller, eskilerinin yeni zamana katılmalarıyla doğru tümlenebilir, tam tutarlı ve doygun renkli hale gelebilirler.
Eski ile yeni arasındaki bu zorunlu iç-bağ sayesindedir ki bugünün gözüyle bakmaya, anlamaya ve yorumlamaya çalıştığımız şeyler, eski bilginin harekete geçirdiği hayal (televizyon diliyle söylersek, bir tür canlandırma) ile surete gelerek, bizim yani şimdinin zapt ettiği, ürettiği bir gerçeklik katına tekrar erişir.
Tüm efsanelerin yakıştığı şehir
Şu anda, yolları Kudüs’e de uğrayan Müslüman seyyahlardan birkaçının hemen elimin altında olan seyahatnamelerine bakarak söylüyorum bunları.
Örneğin, Ebul Hasan el-Mesudi’nin (v. 957) Murûc ez-zeheb’indeki ilk bilgileri izleyerek (Altın Bozkırlar alt başlığıyla, çev.: D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları) Kudüs’e girersek, Hz. Süleyman’ın Beytü’l-Mukaddes’te inşa ettiği tapınağı bugünkü Kumame (Kıyamet) Kilisesi’nin yerinde, Hz. Davud’un mezarını da Siyon Tepesi’ndeki yerinde değil Cismaniyye Kilisesi’nde buluruz.
Bunun anlamı şudur: Kudüs, öyle bir şehirdir ki neyi orada nereye, nasıl yakıştırırsanız, yakışır; hangi efsaneyi ne şekilde uydurur veya başka şehirler için uydurulmuş olanları oraya nasıl adapte ederseniz edin, onları hemen benimser. Çünkü M.Ö. 4000’den beri var olduğu iddia edilen Kudüs, efsaneyle gerçeğin, mit ile tarihin iç içe geçtiği bir şehirdir. Onunla ilgili anlatılan her şey dinlenilmeye ve öğrenilmeye değer ama bunlardan çok azı doğrudur. Kaldı ki bu doğruların bile yeni zaman içinde farklı efsaneler ve mitler tarafından emzirilmesi asla engellenemez.
Kozmolojik ve kronolojik tarih
Bunun nedenine gelince: Muharref Yahudilik ve İsevilik ile sahih İslam’ın ortak mukaddes beldesi olan Kudüs’ün biri kozmolojik diğeri kronolojik olmak üzere iki tarihi vardır. Kozmolojik tarihi metafizik bir dil üzerinden kurulur ki ilgili bilgilerin işte üç dinin müminlerince kendi şeriatlarının, peygamber, nebi, sahabe, havari… Rivayetlerinin rengine bürünerek ve çoğu zaman önemli benzerlikleri de içkin olarak çeşitlenmesi normal görünür.
Diğer bir neden de Kudüs merkezli dini şevkteki artışın ve eksilişin ta Hz. Davud’dan beri iktidarlar (siyasetçiler) tarafından belirleniyor olmasıdır.
O halde biz, Kudüs’ün gerçeklerine daha yakın olabilmek için şimdi de el-Mukaddesî’nin ayak izlerini sürelim:
Kudüs’e olan aşırı sevgisiyle El-Mukaddesî (el-Makdisî) lakabını kazanmış ve bununla şöhret bulmuş olan Ebu Bekir el-Benna’nın Ahsenü’t-Takâsım’ında (İslam Coğrafyası adıyla, çev.: D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları) Kudüs’le ilgili verdiği bilgiler, ilgili her çalışmada kaynak olarak gösterilmekle kalınmamış, kırpılmak, cımbızlanmak suretiyle epigraflara dönüştürülmüştür.
‘Akreple dolu altın kadeh’
Beytü’l-Makdis’e Eyla, Kudüs, Balat adını önce o verir. Şehrin fiziki ve sosyal durumu hakkında ilk muteber bilgiler ondan gelir. “Kudüs, akreple dolu altın bir kadehtir” rivayeti o yazınca kıymete biner. “Aklı başında olan herkesin kalbi orası için çarpar” diyerek, bizleri Kudüs sevgimizi sorgulamaya yöneltir.
Nâsır-ı Hüsrev’in Sefernâme’sinde verilen şu bilgiler ise, bizleri sosyal dayanışma ve yardımlaşma kurumlarının Nebevî kaynağını ve önemini düşünmeye yöneltir:
“438 (Miladi 1046/47) yılında Beytü’l-Makdis’i ziyaret ettim. Meşhedde (şehitlikte) bulunan hisarlı bir damın üzerine hücreler inşa etmişler, misafirleri buraya gönderiyorlardı. Buranın köylerden ve Beytü’l-Makdis’teki kiralık yerlerden oluşan pek çok vakfı vardı. Misafirlere, yolculara ve ziyaretçilere ekmek ve zeytin veriliyorlardı. Buraya gelen herkese, her gün bir somun ekmek, bir kâse zeytinyağlı mercimek çorbası ikram ediyorlardı. Ayrıca kuru üzüm de veriyorlardı. Bu adet Halilü’r-Rahman’ın zamanından bu vakte kadar devam edegeliyordu. Buraya günde beş yüz kişi ulaşsa bile hepsi bu ziyafetten nasibini alıyordu.” (Nakl.: Muhsin Kayani, Hankahlar Tarihi, çev.: Ali Ertuğrul – Süleyman Gökbulut, Büyüyenay Yayınları).
Haçlı saldırıları altında Kudüs
Ebu Hamid Muhammed el-Gırnatî’nin (v. 1169), bizim gibi gerçek bir varlık olan cinler üzerinden, masalsı bir dille anlattığı, “Süleyman b. Davud’un Cinlere Yaptırdığı Bakır Şehrin Hikâyesi”ne ve Hz. Süleyman’ın Meclisi Hakkında”ki hikayeye istidraden (hayallerimizi ve coğrafya bilgimizi genişletmek için) bir uğrayıverdikten (Tercüme-i Tuhtefü’l-Elbâb ve Nuhbetü’l-A’cab, Gırnatî Seyahatnamesi adıyla, çev.: Sadık Yazar, Büyüyenay Yayınları) sonra Endülüslü olan diğer bir seyyahın anlatım iklimine girebiliriz:
Ebul’l Hüseyn Muhammed İbni Ahmed İbni Cübeyr El-Kinanî (v. 1217), Filistin’in 4-6. Haçlı seferlerine maruz kaldığı bir devirde o bölgeyi gezdiğinden Kudüs’e gidememiş ancak onun coğrafî ve siyasî değerini yerinde belirleme imkânını ede etmiştir. İbni Cübeyr’in sayahatnamesi (Endülüs’ten Kutsal Topraklara adıyla, çev.: İsmail Güler, Selenge Yayınları) hem belirttiğimiz yönden hem de şimdi bizim de tekrarlamakta olduğumuz şu duası ile önemlidir: “Allah Müslümanlara orayı tekrar almayı nasip etsin; gücü ve kudreti ile müşriklerin ellerinden kurtarsın.”
Nureddin Zengî ve Selahaddin
Şihâbeddin b. Fazlullah el-Ömerî (v. 1349) örneği az bulunur bir vakanüvistir. Olayları yıllar halinde naklederken, tipik bir dedikoducu sureti çizdiğinin farkında olmuş mudur bilemeyiz ama özellikle Türklerin Kudüs ilgisini, Nureddin Mahmut b. Zengî’nin Kudüs özlemini ve Selahaddin’in Kudüs cihadını ondan tafsilatıyla okurken, iyi ki biraz dedikoducuymuş demekten kendimiz alamayız. (Mesâlikü’l-ebsâr’dan Türkler Hakkında Gördüklerim ve Duyduklarım adıyla seçmeler, çev.: D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları).
Biraz da latife kabilinden belirttiğim özelliğiyle el-Ömerî, sanki İbn Battuta’nın anlatım tarzının da (v. 1368) habercisi gibidir (İbn Battuta Seyahatnamesi, çev.: A. Sait Aykut, YKY).
1326’da Gazze yoluyla el-Halil üzerinden Kudüs’e gelen İbn Battuta, önce el-Halil’deki peygamber kabirlerinin doğruluğunu teyit ederek, Hz. Lut’un Gavru’ş-Şam’daki kabrini, Yakîn Mescidi’ni ve onun yakınındaki Hüseyin Kızı Fatıma’ya ait kabirleri zikreder. Ardından Beytü’l-Makdisi Kubbetü’s Sahra’yı, Aksa Mescidini ve diğer mübarek yerleri fiziksel özellikleriyle birlikte anlatır. Örneğin bugün 144 dönüm olan Beytü’l-Makdis’in yüzölçümünü 151.256 m2 olarak verir.
Öncü seyyah Battuta
İbn Battuta, verdiği somut bilgilerle kendisinden sonraki seyyahları Kudüs’teki sosyal alanların tespitine, fiziki bilgileri de daha özenle vermeye sevk etmiş olması bakımından öncü bir seyyah sayılır.
Nitekim Evliya Çelebi (v. 1682) söz konusu damarları izleyerek Kudüs kalesini, Mescid-i Aksa’nın yapılma sebepleriyle birlikte inşasını, özellikleriyle birlikte Sahratullah’ı, el-Aksa Mescidi’ni, Hz. Ömer Camii’ni, Cehennem Vadisi’ni, Zeytin Dağı’nı, kiliseleri, kuyuları, su yollarını, imarethaneleri, diğer ziyaret yerlerini, Muradiye Kalesi’ni, el-Halil’i, kendisini Kudüs’e eriştiren menzillerle birlikte ve mümkün olabildiğinde en ayrıntılı şekilde anlatır (Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi 2, Haz.: Seyit Ali Kahraman, YKY).
Son olarak, bize daha yakın zamandaki bir seyyah ile eserinden söz ederek bağlayalım bu bahsi.
Son seyyahımız Hüseyin Vassaf (v. 1929). Tarikat ehli, rikkat ve tecessüs sahibi, edebi zevkle incelmiş müeddep ve şiirli bir dilin hâkimi olan Hüseyin Vassaf, 1914’te Yafa üzerinden Kudüs’e gelmiştir. Suriye ve Filistin’de Cevelanım (Haz.: Mehmet Akkuş, Kubbealtı Yayınları, İst., 2011) adlı eserinde işlediği ilgili hatıra ve notlarının daha ilk paragrafında, hayretini ve hayranlığını şöyle ele verir:
“Alesseher trene râkiben Kudüs’e âzım oldum. (…) Uzaktan Kudüs sûru göründü. Bir mahal-i mübareğe gidilmekte olduğu kalbimdeki in’ıkâsât ile malûm oluyordu.”
Kim anlatırsa anlatsın güzel
Hüseyin Vassaf’ın Kudüs’e dair verdiği bilgiler bizim zamanımızdakileriyle en fazla uyuşan bilgilerdir. Üstelik Kudüs ziyaretinin zamanını, fotoğraflar yoluyla adeta dondurarak, bize bir yitik zaman hazinesi bahşetmiş gibidir.
Müslüman seyyahların izlenimleri babında, Kudüs’e dair gerçekliklerin düzeylerini görmek bakımından yukarıdan beri zikrettiklerimiz, kendi kavuklularımızla sınırlıdır. Bir de ilgili bilgilerin pişekar tarafı, yani Batılı seyyahlar tarafı var. Ama onların verdikleri bilgilerin sıhhat ve düzeyleri de yazımızın girişinde zikrettiğimiz malum durumla uyumludur.
Dolayısıyla Kudüs, hangi dinin dindarlarınca anlatılmış olursa olsun, bu anlatımlar efsaneyle gerçeğin, mit ile tarihin iç içe geçtiği bir mübarek şehrin anlatımı olmaktan kurtulamaz.
Bu bağlamda, fırsat olursa pişekar görüşlerine de ayrı bir yazımızda değiniriz inşallah.