Mülakat masası

Yaptığım işin doğal süreçlerinden biri de işe alım mülakatlarıdır. Çok enteresan tecrübelerim olduğunu söyleyebilirim bu çalışmalar esnasında.

Çoğunlukla yeni mezun genç delikanlılar ve hanımefendiler kendilerini ifade etmeye, sorularımıza nezaketle yanıt vermeye çalışırlar. Terleyenler olur içlerinde, ellerini nereye koyacağını bilemeyenler, belli ki ilk kez giydikleri takım elbisenin altında kendisini pek rahat hissedemeyenler, alışageldik mülakat tekniklerine göre hareket etmeye çabalayanlar…

Mülakatlar sıkıcı başlar hep. Bu böyledir. Her iki taraf için de sıkıcıdır. “Sizi biraz tanıyabilir miyiz?” sorusunun cevabı standarttır; “şu tarihte şurada doğdum” diye başlanır “filan okulun falan bölümünü bitirdim” diye bitirilir. Bunun aksini söyleyene daha hiç rastlamış değilim. “Buraya gelmeden evvel Eminönü’nde balık ekmek yedim, seviyorum boğaza bakmayı, insan kendisini iyi hissediyor, sonra vapura bindim öyle geldim buraya. Eskisiyiz biz bu şehrin. Babamlar Malatya’dan annemler Boşnak. Üniversiteye girmem gerekiyordu girdim. Özel bir anlamı yoktu yani okuduğum fakültenin. Ama öğrendim bir şeyler, şimdi onun hakkını verme zamanı geldi, bu yüzden buradayım” gibi bir cümle mesela direkt işe aldırır oysa insanı. Ama bilmiyor gençler. “Yusuf Armağan, 1973, İstanbul. Emret komutanım” modunda ilerliyor her şey.

Kimi zaman bir fırsat bulur bulmaz taraflar, o sıkıcı atmosferde apansızın karşılarına çıkıveren fırsatı kullanmak isterler ve formel yapıdan kurtulur kurtulmaz insan olduklarının emarelerini görürsünüz. Buna kapı açan en güzel sorular –yine standart olacak belki ama- ya “kitap okur musun” sorusudur ya da “boş zamanlarında neler yaparsın” sorusudur. Burada çözülür çocuklar, dökülürler.

Çalıştığım kurum, kurucuları, hissedarları, yöneticileri, çalışanları ve müşterileri ile mütedeyyin olarak niteleyebileceğimiz bir yer. Mülakata gelenler de bunu bilerek gelirler. Hazırlıklıdırlar. Okunan kitaplar ona göredir, izlenen filmler, gezilen yerler, takip edilen gazeteler bellidir. Konu şiirden açılırsa mesela Necip Fazıl olmazsa olmazıdır mülakatların.

Sanırım 13 yıl kadar evveldi. Çalıştığım kurumun yeni kurulmuş ve büyümekte olan bir birimine personel alımı yapacağız. İş başvurusu için kuruma bırakılmış özgeçmişlerden hareketle kâğıt üzerinden istediğimiz kriterlere göre yapılmış eleme sonucu önümüze gelmiş cv sahiplerini görüşmeye davet ediyoruz. Bir delikanlı geldi masamıza. Trabzonlu. Simsiyah saçları, gözlüğünün ardından odaya dolan renkli gözleri, sonrasında hep bazı hecelerde takılmalarıyla hatırlayacağımız genç arkadaşla yaptığımız mülakat da her zamankiler gibi rutininde ilerliyordu. Belli ki, cevval, iş yapma arzusu taşıyan biriydi. Biraz kendisini iyi hissetsin de rahatlasın diye soruverdim o soruyu; “kitap okur musun?” “Evet” dedi. “En son hangi kitabı okudun” diye sordum. “Hz. Muhammed’in Hayatı” dedi. “Ooo çok güzel, peki yazarı kimdi” diye sordum. Bizi şaşkına çeviren şu cevabı bıraktı masanın orta yerine ve sanırım o cevap hala o masanın orta yerinde duruyordur; “Yazar mı, nasıl yani, Hz. Muhammed’in Hayatı dedim ya”. Karşımızda, pırıl pırıl, tam da işin gerektirdiği adam dediğimiz biri oturuyordu ve fakat bu arkadaş Hz. Muhammed’in hayatının biri tarafından yazılabileceğine dair bu yaşına kadar herhangi bir fikir geliştirebilmiş değildi. Vahiy gibi bir şey olmalıydı onun hayatı, yazılır mıydı hiç? İşe alındıktan yıllar sonra, latife dolu bir ortamda, o gün o masanın etrafında olanlar gündeme geldiğinde “aslında öyle bir kitap da okumuş değildim” diye bir itirafta bulunmuştu da epey bir gülmüştük. Çok da seviyorum kendisini, hala görüşürüz.

Konjonktür kollaması, ortam yoklaması, vaziyete göre pozisyon alma, muhatabının istediği şeyi ona söyleyerek iyilerden olmayı seçmek ve bu şekilde yol almak günümüzün popüler davranış kalıplarından. Tüm bu aksiyonlar için, elinizi sallasanız elli tane hazır cümle ele geliyor zaten. Yorulmaya da gerek yok artık. Yazar deyince Necip Fazıl ya da Nazım Hikmet, tarih deyince Abdülhamit ya da Mustafa Kemal, din deyince ortamına göre filanca hocanın iki cümlesi, siyaset deyince iktidardan ya da muhalefetten olma durumuna göre basmakalıp sloganlar, şiir deyince Sürgün (aslında öyle değil ya neyse, şairi de o bildiğiniz kişi değil üstelik) ya da ağaçlı ormanlı şiir… Hepsi hazır.

Ve’l hasıl-ı kelam görünür alanda olmaya talip olanların hiçbiri kendisi değil bu dünyada. Çünkü görünür olmak buna mecbur tutuyor insanı. İstisnaları göz önünde bulundurarak söyleyeyim; görünür olmak hakikatten yana olamamayı, hakikatli olamamayı da beraberinde sürükleyip getiriyor. Ama işte, yine o sihirli cümle geliyor akla, yine o elimize tutuşturulan cümle; “ama gerçekçi olmalıyız.” Ve böyle böyle hakikat gerçeğe kurban ediliyor daima.

Bu tabloda -mülakat metaforunun üzerinden ilerleyerek ifade etmiş olalım yine- mülakat masasının mülakat yapan tarafında duranlara da büyük iş düşüyor. “Kitap okur musun” sorunuza “hayır” diye cevap verme cesaretine sahip gençleri önemseyin. Çünkü sizler zaten bu toplum içerisindeki gençlerin önemli bir kısmının okumayanlar sınıfında olduğunu biliyor olanlarsınız, aslında sizin de onlardan pek bir farkınız yok bu manada. Onlar bu şekilde bir cevapla karşınıza çıktığında onları “dikbaşlı”, “biraz asi mi ne” gibi ezberden tanımlamalarla mahkûm etmeyin.

Bizler biliyoruz ki, bu toplumun tamamı dış politika uzmanı, birinci sınıf film uzmanı, günlük sportif aktivite yapanlardan ve allame-i cihanlardan oluşmamaktadır. İnsanları olmasını istediğimiz kalıplar içerisinde görmek insanı insanlıktan çıkarmak demektir. Ne yazık ki, özellikle de son zamanlarda insanların tek bir davranış biçimine zorlamaya yönelik alınmış aksiyonlara tanık oluyoruz. Hemen herkes kendisine bir cephe seçmiş durumda ve kendisinin ait olduğu bu cephenin ruhunun, içinde bulunulan zamanın ruhuna dönüşmesini arzu eder durumda. Hepimize yazık oluyor, farkında bile değiliz.

Oysa tek tek her bir insanın bir diğerine nazaran farklı olması bizi zengin kılacak olan şeydir. İnsanların, farklılıklarını erteleyerek ya da görünmez kılarak, kurulmuş olan mülakat masalarını geçip görünür alanda olma ve bu yönüyle var olma çabaları bizi fukaralaştırmaktan başkaca bir işe yaramayacaktır. Çünkü kendisi olamayanlar, kendisi olmasına izin verilmeyenler, koşullar ne olursa olsun her şeye rahatlıkla dönüşebilecektir ve bunun da hiç kimseye bir faydası olmayacaktır.