Milliyetçiliği yeniden düşünmek

İlkokulu Fatih’teki İskenderpaşa İlkokulu’nda okudum. 12 Eylül 1980 darbesi yeni olmuştu. Her sabah göğüs cebine iliştirilmiş beyaz mendiliyle beyaz yakalı siyah önlük giydirilerek, taralı saçlar, tertemiz giysiler ve illaki tırnak kontrolü yapılarak uğurlanırdım okula. Elimdeki ağır çantayla çocukluğumun camisi Molla Fenari İsa Camii’nin karşısındaki sokaktan Halıcılar Caddesine çıkarak, üstüne birkaç sokağı daha aşarak giderdim okuluma.
Okulun bahçesinde, eğer henüz sıralar oluşmamışsa, yani geç kalmamışsam, sabah mahmurluğumu arkadaşlarla birlikte kurduğumuz kısa süreli oyunlarla üzerimizden atardık. Oyun dediğim, çoğunlukla çılgınlar gibi koşmaktan ibaretti. Okul müdürümüz Öcal Beyi, öğretmenimiz Suna Hanımı görür görmez sınıfımızın sıralanacağı alana önceden bıraktığımız çantalarımızı bacaklarımızın arasına alarak hazırola geçer, komutları ve varsa müdürün söyleyeceklerini dinlerdik. Sonrasında sınıfların gözde öğrencilerinden dört ya da beş kişi herkesin önüne çıkar, öğrencilere ve öğretmenlerine yüzlerini dönerek andımızı okumaya başlarlar, onların her cümlesini bütün okul olarak hepimiz tekrar ederdik;
– Tüürküm!
– Tüürküm!
– Doğruyum!
– Doğruyum!
– Çalışkanım!
– Çalışkanım!
– Yaassam!
– Yaassam!
Her sabah hepimiz daha bir Türk, dosdoğru ve çalışkan olarak dağılırdık sınıflara. Yaassam dediğimiz şeyin ne olduğunu ise henüz bilmiyorduk ama, ne mutluydu bize.
Andımız diye kabullenmek durumunda kaldığımız Öğrenci Andı 23 Nisan 1933 günü dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından hazırlanmış meğer. İlk hazırlandığında şöyleymiş sözleri;
“Türküm, doğruyum, çalışkanım!
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.”
İşbu ant, 29 Ağustos 1972 tarih ve 14291 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan ilkokullar yönetmeliğinin 78. maddesinde, antta yer alan ‘budunumu’ kelimesi, ‘milletimi’ olarak değiştirildi ve son kısma şu cümleler eklendi;
“Ey bugünümüzü sağlayan Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta, hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Ne mutlu Türküm diyene!”
Ant, Millî Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisinin Ekim 1997 tarih 2481 sayısında yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 10. Maddesiyle kaldırılmadan evvelki son halini almış oldu; Yasam kelimesi yerine ilkem kelimesi, Ulu Atatürk ifadesi Büyük Atatürk ifadesi geldi.
Problemli bir ismin 80 yıl boyunca her sabah her ilkokulda her öğrenci tarafından okunmasını sağladığı bu metin beş yıldır okunmuyordu. Geçtiğimiz hafta Danıştay 8. Dairesi, ikiye karşı üç oyla öğrenci andının yönetmelikten çıkarılması yönündeki işlemi iptal etti. Bir şey olacağı yok, sinek küçük ama mide bulandırıyor işte.
Şu sıralar elimde ‘Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek’ isimli derleme bir kitap var. Kitaptaki makalelerden birinde, Avrupa Birliği süreci, pek çok insan için milliyetçiliği aşmayı sağlayacak siyasal bir deneyim olarak tariflenirken, 1990’lı yıllarda “Ulus-Devletin Sonu” ya da “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” tezleriyle ilk tanımlamaları yapılan yeni dünya sistemine ‘direnen milliyetçilik’ bahsine rastladım. Küreselleşme ve küreselleşme ile beraber eş zamanlı olarak gelişen yerelcilik fikrinin ulus-devletleri tehdit ettiği gerçeği dile getirilirken, artan milliyetçi direniş karşısında kalınan çaresizlikten söz ediliyordu. Avrupa fikrinin milliyetçiliği bertaraf edeceği beklenirken, milliyetçiliğin siyasal sisteme nazaran daha dirençli çıkışı gibi bir problemle karşı karşıyalar Avrupalılar. Ulus ötesi/ulus sonrası bir siyasal yapıda bir problem olarak milliyetçiliğin nasıl bir forma bürünmesi gerektiği hususu uzun uzadıya tartışılıyor. Son tahlilde yükselen milliyetçilik anlayışı Avrupa Birliğinin sonunu mu getirecek yoksa Avrupa Birliği bu milliyetçilik anlayışını yönetmek sureti ile varlığını idame mi ettirecek sorusu cevabını arayan temel bir soru olarak ele alınıyor.
Türkiye açısından aynı yıllar itibarı ile yaşanan sürece baktığımızda ciddi bir tecrübe kazanımını görürüz. Orta Doğu coğrafyasındaki hareketlilik, Suriye meselesi, İran’ın pozisyonu, Suudi Arabistan, BAE, Mısır ile özdeşleşen yeni bir cephe, çok yönlü teröre maruz kalma, dünya sisteminin dayatmalarına karşı ortaya konulan toplumsal, siyasal ve ekonomik direniş, devletlerarası ilişkilerin yeniden tanımlanması, siyasal sistemde yapılan esaslı değişiklik… Bunların hepsinin doğal sonuçlarından biri olarak, belki de bir korunma, güvenlikleştirme refleksiyle birlikte Türkiye’de de milliyetçilik yeniden popülerleşmiş oldu.
Kanaatimce ülkemizde de tıpkı Avrupa’daki tartışmaya benzer bir durum söz konusu; ulus-ötesi bir siyasal yapıda kolaya kaçarak milliyetçilikte çıkış bulan duygu durumunun, kendisine bir başka form bulması hayati bir önem arz etmektedir bugün. Bu yeni forma ilişkin işaretlerin 15 Temmuz direnişinin kodlarında var olduğunu düşünenlerdenim.
Tartışmalara bakacak olursak, Danıştay kararının alt metin okumasında bize önerilen milliyetçilik anlayışı ete kemiğe büründürülerek politik bir zemine kavuşturulmak isteniyor. Bu, bir milletin iddialarını terk etmesi anlamına gelir.
Bu toplumun geleneğinde yeri olmayan, bu milletin kodlarından neşet etmemiş, devlet geleneğimizde yeri olmayan milliyetçilik anlayışı yerine, vatanıyla özdeşleşmiş, özgüveni yerinde, sulh için gerektiğinde savaşmaktan imtina etmeyen, ötekileştiren değil kucaklaşan, daralmaya değil genişlemeye hevesli, kabuğuna çekilen değil kabuğunu kıran, sınırları kalınlaştıran değil sınırları kaldırmayı düşünen bir potansiyeli, kuvveden fiile harekete geçirecek yeni bir anlayışa muhtacız gibi geliyor bana.
Toplumda halihazırda var olan bir duygu durumunu iyi yöneterek anlamlı bir kazanıma çevirme işi elbette devleti yöneten siyasi erke düşer. Eğer Avrupa Birliği gibi bir tecrübenin bile baş etme hususunda sıkıntı yaşadığı tarzda bir milliyetçilik biçimine mahkûm edilecek olursak vay bizim halimize.
Ve evet, aslında 2002 sonrasının temel mücadele alanlarından birinden söz etmiş oluyoruz tüm bunları söylerken.