“Mektubunuzu aldım öpe öpe okudum”

Bugün, ben ve benim yaşımdaki birçoklarının yüreklerini titreştirebilecek bir bilgilendirme cümleden ibarettir artık, “mektubunuzu aldım, öpe öpe okudum” hitabı.

Çünkü mobil telefonların yaygınlaşması ve sosyal medyanın iletişimde hakimiyet kurması nedeniyle mektup(laşma) da tarihe karıştı.

Onu artık sadece sanatçıların hayatıyla ilgili çalışmalarda görüyoruz; ülkelerince yeni atanan büyükelçilerin Cumhurbaşkanına iyi-niyet mektubu sunmalarına ilişkin resmi bildirimlerin dışında, günlük haberlerde de zikriyle hiç karşılaşmıyoruz artık.

Eskiden haberleşmenin en etkili unsurlarından biriydi mektup.

Özellikle fertler arasındaki bilgi, talep, arzu, hal, niyet… aktarımı olması bakımından da, mektubun asıl taşıdığı şey mahremiyetti.

Dolayısıyla, ilerde tarihi belgeye dönüşme potansiyeline sahip resmi mektupları paranteze alarak, şahsi mektuplar üzerinden konuşacak olursak, hasretleri, yürek yangınlarını, aşk acılarını, gözyaşlarını, sabır-sızlanmaları, iç çekmeleri, yutkunmaları, itirafları… kısaca iki insan arasında olması, kalması gereken ne varsa onu ihtiva ederdi mektuplar; bu manada her biri bir sır belgesi, mahremiyet kutusu hükmündeydi.

Hayatın tam orta yerinde, en aktif boyutunda yer alınca, kendisini de aşıp, kültürel bir değere, ondan ve onunla türeyen kelimeler sayesinde bir dil bahçesine dönüşürdü aynı zamanda mektuplar.

Örneğin, mektup dikiş dikme, bağlama, yazı yazma anlamındaki aynı kök kardeşliği ile katibe ve kitaba bağlanır; mektubun zarfı da güzellik ve zarafete ebeveyn olmanın şerefiyle şımararak bir sırrı, rikkatli duruşu, duyuşu ve edayı koruyan asil muhafızlar arasına katılırdı.

Çünkü mektubun ihtiva ettiği mahremiyeti zarf korur ve zarf denildiğinde bunlar apriori olarak onun mazrufu sayılırdı.

Gerçi o mazrufun zarfı, aynı zamanda bir şeyi sakladığını ifşa eden olarak, bir tür bilinmezliği nedeniyle bilinir olanın fenomenine dönüşürdü dönüşmesine ama olsundu; neticede sır zarf sayesinde sadece sırdaşların sınırı içinde kalır ve haliyle her zarf mazrufunu sadece kendisini doğru anlayana sunardı.

Zarfın içindeki mektubun uçları yakılmışsa, bunun nedenini ancak yüreği yanan muhatabı anlardı (“Yine yakmış yar mektubun ucunu”). Mektuptaki kimi satırların mürekkebinde bir dağılma olmuşsa, ancak muhatabı bilirdi yazanın gözlerinden kendisine doğru hasret yağmurlarının yağdığını.

Mektuba ve zarfa dair bu bahsi biraz daha uzatırsam, giderek romantizmin tam göbeğine düşeceğim kesindir. Ne mektuptan ne de zarftan bunca söz etmeyi amaçlamamıştım aslında. Sanki onların kendilerini hatırlatmaya ihtiyaçları varmış da benim yazma anımı bekliyorlarmış gibi…

Oysaki bu bahiste beni asıl vuran, yazı başlığımdaki cümleydi: “Mektubunuzu aldım, öpe öpe okudum.”

Mümin ve musalli olduklarından emin bulunduğumuz medyadaki birkaç ismin, kendi kalem ehli dindaşlarını doğramaya, harcamaya, refüze etmeye, susturmaya… kalkıştıkları şu günlere denk geldiği için çok etkilenmiş olabilir miyim acaba?

Bu elbette mümkün. Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın, Mısır’da bulunan Mehmet Akif’e yazdığı bir mektubunda yer alıyor o cümle; dolayısıyla, Kemalizmin, Müslümanları bir buldozer gibi ezip geçmeye tam teşebbüs ettiği günlerde, iki kalem ehlinin, bir alim ile bir şairin, sergiledikleri yürekdaşlık, dayanışma, mümince muhabbet ve samimiyet, şimdiki kalem ehli müminleri bulundukları düşmanlık halinden kurtaracak müstesna bir örnek gibi görünmüş olabilir bana pekala.

Aslında Necmi Atik Hocamız, Elmalılı’nın mektuplarından, Akif’ten hazırladığı ve Büyüyenay Yayınları tarafından kitaplaştırılan meal vesilesiyle görüştüğümüzde söz etmişti ve ben de bu bilgiyi Yeni Şafak’taki 5 Şubat 2017 tarihli yazımda paylaşmıştım. Ama dediğim gibi, söz konusu mektuplardan birinin sıcak gündemle birebir örtüşecek şekilde Yeni Şafak’ta geniş bir haber içinde yayınlanması farklı bir etkiyi de kendiliğinden doğurdu.

Şimdi Necmi Atik Hocamızdan ve Büyüyenay Yayınlarından Elmalılı’nın mektuplarının tamamını kitaplaştırmalarını beklemenin bir okurluk hakkına dönüştüğünü belirterek, onlardan kazanacağımız bilginin, öğreneceğimiz edebin, samimiyetin, dayanışmanın, güvenme terbiyesinin yakın zaman örnekleri olarak değerine ihtiyaç duyduğumuzu da ifade etmek isterim.

Tam şöyle başlıyordu Elmalılı’nın Akif’e yazdığı mektup:

“Mevlid-i Nebevî şerefiyle tebrik ve taltifi mütezammın güzel mektubunuzu aldım öpe öpe okudum. Teveccühâtınıza çok çok teşekkür eder ve derin iştiyaklarla gözlerinizden öperim.”

Mektubun devri bitmiş demiştim. Şimdi mesajlarını, yazılarını öpe öpe okuyacağımız, iştiyakla gözlerinden öpmek isteyeceğimiz dostlara, dostluklara bizim de en az Elmalılı’yla Akif’inki kadar ihtiyacımız var.

Yukarıda ima ettiğim kalem erbabına bu vesileyle diyeceğim de şudur ki:

Dosdoğru dost olun!

Dostluğun değerini bilmeyenler, mümin insan olma süreçlerini tamamlamamış olanlardır ve bunların varlıklarıyla topluluğumuzu kirletmemeleri evladır.