Mekân imkân doğurur

shutterstock_318114095

Belki 15 yıl kadar evveliydi. Değerli büyüğüm, sevgili hocam Abdullah Yıldız’dan duymuştum ilk olarak “mekân imkân doğurur” sözünü. Hem mekân hem de imkân sözcüğünün Arap dilinde aynı kelimeden türediğini de eklemişti sözünün sonuna.

Çocukluk yıllarımda babamın elinden tutup, ilk gençlik yıllarımdaysa kendi ayaklarıma yön vererek vardığım kimi mekânlar vardı. Bu mekânların önüme çıkardığı imkânlar üzerinden yürüyerek vardığım bir hayatı iyi ya da kötü sürdürmekle meşgulüm halen.

Hangi birini sayayım bilemedim şimdi;

Babamın gençlerle buluşup sohbet ettiği ve benim de yeşil çuhanın bir yanına ilişip efsane gazozu yudumladığım Bursa Emirsultan’da Çakır’ın Kahvesi, İstanbul’da rahmetlinin eski bir han içerisindeki bürosu, Adnan ve Mustafa Başdemir kardeşlerin Laleli Camii’nin duvar dibine yaslanmış o günün mütevazı isimlerini ağırlayan hasır sandalyeli Lale Çayevi, Yerebatan Caddesi üzerindeki daracık merdivenli Birleşik Dağıtım’ın o ilk binası, Çatalçeşme Sokak Üretmen Han’daki yayınevleri, Beyaz Saray’daki kitapçılar, Fatih’teki sendika binası, yine Bursa’da Metin Önal Mengüşoğlu’nun iplik dükkânı, Pınar Yayınları’nın iftar davetine icabet edenlerin hep birlikte akşam ezanını beklediği Murat Paşa Camii’nin avlusu, Kapalı Çarşı içindeki saatçi Aziz Amca’nın küçücük saat tamirhanesi, Fatih Boyacı Kapısı Sokak’taki çay ocakları, okuduğum okul Vefa Lisesi’nin yanı başındaki muhteşem Şehzadebaşı Camii, Edirnekapı’dan, Karagümrük’ten, Atikali’den geçerek vardığımız ve Haliç’e, Boğaz’a bakarak ufkumuzu açtığımız Yavuz Selim Camii avlusu, Refah Partisi’nin hem İstanbul İl Başkanlık hem de Fatih İlçe Teşkilatı binaları, Diyanet Vakfı’nın organize ettiği Dini Yayınlar Fuarı’nın Sultanahmet Camii avlusundaki beyaz stantları…

Bütün bu mekânların üzerimde emeği olduğunu söyleyebilirim. Bu mekânlarda bulunan insanlardan bağımsız bir şeyden bahsediyorum aslında; bizatihi mekânın kendisinden.
Bu mekânlarda bulunanlar ekseriyetle bir usul etrafında görüşlerini paylaşırlar ve böylece bir usul üretme çabası içerisine girerlerdi. İstisnasız herkes konuşur ve istisnasız herkes dinlenirdi. Analizlerde kaybolmazdı kimse ve tahlillerdi kendilerini ve dostlukları bir üst makama taşıyan.

Mekânını yitirmiş ve dolayısı ile imkânını kaybetmiş gençleri görünce hemen her gün yeniden hatırlıyorum buraları.

Şimdilerde herkesin kutsal mesai saatleri arasına izole oldukları işyerleri var. Yuva sıcaklığından uzak konakladıkları dairelerine, buluştukları kafelerden fırsat bulurlarsa dönüyorlar. Kafelerde yüksek sesli müzik, bolca duman varken ne hakkıyla karşısındakinin sesini duyabiliyor ne de seslerini muhatabına duyurabiliyorlar. Duman altında görüş mesafesi de bir hayli düşüyor zaten. Kahkaha başat aktör elbette… Ve daima espri yapma zorunluluğu. Susmayı tercih etmek “hayırdır, bir şeyin mi var” sorusunu beraberinde getiriyor ama bu atmosfere hiçbir Allah’ın kulu şaşırmıyor nedense.

Buralar mekân filan değil bu arada, onu söyleyelim, çünkü mekân imkân doğuran yerdir. Bugünlerde her ortamdan imkânsızlıklar yedeklenip kalkılıyor sonuç olarak.

İçinde bulunduğumuz zamanlar insanların mekânlarını ve dolayısı ile imkânlarını ellerinden aldı almasına ama bir mekâna ve bir imkâna olan ihtiyaçlarını insanoğlunun elinden koparıp götüremedi.

Şimdi gelelim mekân sanılan (sanmak fiilinin altını kalın çizgilerle çizerek sanılan) sosyal medya mecralarının insanı alıp götürdüğü imkânsızlıklara…

Herkesin kendisine benzeyeni takip ettiği, farklı görüşte olanı engellediği, kendisine statü sağlayan yapının içerisinde bile kliklere bölünerek sadece daraltılmış bölgelerden sığ sesler üreten kişilerle kurulan arkadaşlıkların ve heybelere sadece kendi kurduğu cümleleri evetleyen cümlelerin doldurulduğu bir mecra, sadece ve sadece zihinsel gettolaşmadır. Bu insanın yalnızlaşma sorunudur aynı zamanda.

Sosyal medya bir mesafe sorununu da beraberinde getiriyor. İki türlü durumdan bahsetmek mümkün; Sosyal medya sarhoşları ilk olarak kendine benzeyenle tüm olması gereken mesafeleri eşitlemiş oluyor. İkinci olarak da kendisinden küçücük de olsa farklılaşanlarla arasındaki mesafeyi, onu bir başka ‘şey’ olarak kabul ederek bir başka açıdan kaldırıyor. Tam da burada ötekileştirmeyi aşan bir durumdan bahsetmek gerekiyor. Böylece ne enfüs kalıyor ne de afak. Tek boyutlu bir zihinsel gettolaşma durumu…

Dolayısı ile mekânını yitirmiş olanlar olarak bizler var olan bu nevzuhur durumu mutlaklaştırarak aslolanı flu, masalsı bir pozisyona itiyor ve derin bir usulsüzlüğün yok ediciliğine mahkûm oluyoruz.

“E tamam da ne yapacağız” sorusu yazının tam da burasında karşımıza dikiliyor. Bu soruya cevap vermek kolay değil elbette. Ama birkaç anahtarın hala elimizde olduğunu düşüyorum. Çok mu zor? Evet zor, ama imkansız değil.

Not: Bu dönemin Gerçek Hayat’ındaki bu ilk yazımı bir çeşit ‘nerede kalmıştık’ yazısı olarak kabul buyurursanız memnun olurum. Hoş geldin demenizi istemem, zira biz hep buralardaydık, bir yerlerden gelmiş değiliz.