Mehmet efsanesi yatılı Kur’an kursunun klasiklerindendi. Ermenekli çocukların, köylerinde geçen “perilerin düğünü”, “koyunları çalan cinler” gibi hikayelerini saymazsak, benim en çok ilgimi çeken buydu.
Bir gün Hüseyin, arkadaşı Mehmet’i getirdi. On iki yaşının bakışlarıyla, aklıyla, fikriyle ona bakıyorum. Hüseyin, Kur’an-ı Kerim’den rastgele bir sayfa açtı, Mehmet’in önüne koydu. Mehmet garip bir çocuk. Hafif kambur olan ve çelimsizlikten uçuşan bedeni, oturduğu sırada şöyle bir öne arkaya kaykıldı. Kısık yörük gözleri iyice kısıldı, önündeki sayfayı yüzünden okumaya başladı.
O sayfayı bir kere başından sonuna kadar sesli, kendine ait bir ritimle okudu. Bekliyoruz bakalım, n’olacak.
Hüseyin, Mehmet’in önünden mushafı çekti, çipil gözlerini açarak, “Oku len” dedi. Mehmet, ilk kez gördüğü ve bir kez okuduğu o sayfayı başladı mı ezberden okumaya. Sanki o sayfayı gözleriyle scan etmiş de hafızaya gömmüş gibi, bir kaç satırda bir tek tük takılmalarla sayfayı ezberden okudu, bitirdi.
Hüseyin, Mehmet’in bu en az onun kadar tuhaf arkadaşı, bu gösteriden memnun, yandan bizi kesti. Şaşkınız, bir hafızlık sirkinde gibiyiz. “Şimdi de, şunu tersten oku” diyerek, başka bir sayfaya işaret etti. Neden bahsettiklerini, Mehmet okumaya başlayıncaya kadar anlamadık. Mehmet bu kez, daha önceden ezberlemiş olduğu bir sayfayı, son satırından ve son kelimesinden başlayarak tersten, geri geri okumaya başladı.
Mehmet’in birkaç haftada, olmadı bir iki ayda hafız olması işten değildi. Ama yine de Mehmet üstünden başından başarısızlık akan, bir türlü dikiş tutturamayan, dayak delisi bir hafızlık öğrencisiydi.
Kurstan ayrıldıktan beş-altı sene sonra Mehmet’i gördüm çarşıda, lafladık. Ezelden yoksuldu ama bu kez yoksulluğu göz alıcıydı. Üç numara makine tıraşının altında, endişeli, şu dünyanın elleri arasından kayıp gidecekmiş gibi duran birinin gözleriyle bakıyordu. Mehmet, okumamıştı, okumuyordu, bir yerlere sığınmaya mı çalışıyordu, bir lokantada mı çalışıyordu, şimdi hatırlamıyorum. Ama anladığım, o hafıza şovmenini, o ezber şampiyonunu, o dahi çocuğu bir kursun bahçesine gömmüştük.
Haberlere yansıyan kurs-dayak haberini görünce hemen Mehmet’i hatırladım.
Hafız ve Şüşteri
İki efsanevi şairin isimleri bunlar. Hafız’ı herkes tanıyor, şarabından, rindliğinden, biraz Yahya Kemal’den: “Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış/ Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle”. Soylu bir aileden geliyor. İyi bir dini eğitim almış. Üstüne Zemahşeri, Urmevi, İci benzeri deve dişi gibi isimlerin kitaplarını hatmetmiş. Edebiyat ve musikiye hakim. Laf aramızda, iyi bir satranç oyuncusu. İsmi Hafız, çünkü Kur’an-ı Kerim’i erken yaşta ezberlemiş. Daha hayattayken şiirlerinin elden ele gezdiği, bazı şiirlerinin Bengal’e kadar ulaştığı biliniyor.
Şüşteri’yse, Endülüslü bir başka şair. O da soylu bir aileden gelen, filozof, sufi, gezgin bir şair. Endülüs lehçesini kullanmış, halk dilini Arap tasavvuf şiirine sokmuş. Arap dünyasının Yunus Emre’si diyelim biz ona. Bugün de hala en iyi tanınan mutasavvıf Arap şairlerin başında gelir. Gezginlikten ve tasavvuf meşrebinden dolayı pek bir mesleği de olmamış Şüşteri’nin. Ama kaynaklarda rastladığımız ve icra ettiğini gördüğümüz bir mesleği var: Kur’an-ı Kerim ve tecvid hocalığı.
İki büyük şair, iki göz alıcı edip, iki dil dahisi ve ikisi için de Kur’an-ı Kerim’le meşguliyetleri, onların ayırıcı niteliklerinin başlıcalarını oluşturmuş.
Elbette müfessir, muhaddis, kadı, şeyhülislam binlerce hafız gelmiş geçmiş ama hafızlık etiketi öyleleri için zaten sıradandır. Buna mukabil büyük bir şairin kişisel tarihinde, Kur’an hıfzı ve talimi tezgahından, Kur’an Kursu tornasından geçmiş olmak değil belki ama bunu hayat boyu hatırlatan lakaplar ve tutumlar içinde olmak beklenmedik sayılmalı. En azından bugün.
Hafız Sosyolog, Hafız Şair, Hafız Spiker
Kur’an-ı Kerim eğitimi tarihimizde yaşanan bazı travmatik dönüşümler, başa gelen yakın tarihli baskılar, toplumsal dönüşümümüzün aldığı keskin virajlar sebebiyle, bazı kurslarda ve kurs geleneklerinde Kur’an-ı Kerim hafızı olmak yer yer psikolojik bakımdan çileli, moral bakımdan tahammülü güç, en önemlisi de sosyal uyumsuzluklara yol açan bir eğitime dönüşüyor. Mehmetler tanınamıyor, takdir edilemiyor, hafızlık sonrası eğitimleri planlanamıyor. Hafız olmuş çocukların sırtına, hayat boyu taşıyacakları ağır psiko-sosyal yükler yüklenip topluma sorunsuz katılmaları isteniyor. Olmuyor.
Hafız sosyologlarımız var, şairlerimiz, spikerlerimiz de. Ama hafızlık hiç değilse onların bazılarının hayatlarında, onları tanımlayan nitelikler arasına doğallıkla girdiği gün, hafızlığın normalleştiğini, gerilim hattından kurtulduğunu, sosyal itibarını tekrar kazandığını söyleyebileceğiz.