Medeniyet, kültür, felsefe, düşünce üzerine ters bakışlar

Son birkaç yıldır dilimizden hiç düşürmediğimiz bir kelime: Medeniyet!

İlgili büyük kitaplardaki, büyük büyük tanımları bir yana, en sade söyleyişle, bir toplumun maddi ve manevi varlıklarını insanca bir hayatı yaşamak üzere meczetmesi ve en geniş anlamıyla insanın faydası için harekete geçirmesi demek.

Bizde medeniyet, medeni (şehirli) olmanın yanı sıra, ferden ferda hayatı rakik olarak (sadece başka insanların değil, başka varlıkların da hakkını gözeten bir nezaketle) anlamak ve yaşamak demek.

Batı için medeniyet, bizimkinden farklı bir muhteviyata sahip, çünkü o ilkin sivilleşmenin karşılığıdır. Bu manada sivilleşme, ilkellikten kentsel yaşama geçmeye,  resmi giysilerden, apoletlerden soyunmaya, felsefeden kültürel hareketliliğe, teoriden düşünmeye…  bir dizi olgunun ve oluşumun karşılığıdır.

Bu farkı en iyi görenlerden ve bunları tersinden bir perspektifle okumaya çalışanlardan biridir, Lacan.  Hani şu yazmayı değil ama konuşmayı seven, modern psikanalizmin son (belki de ilk) dâhisi; psikanalistten çok put-kırıcı… Bu hafta köşeyi ona bırakıyorum.

Diyor ki Lacan, bir konuşmasında:

“Kesinlikle hiçbir ilkellik niteliği taşımadıkları halde neden bilmem belli bir zamandan beri ilkel denen halklarda, ya da etnologların ilgilendiği toplumlarda diyelim –her ne kadar teorisyenler ilkel, arkaik, mantık-öncesi olana ve böyle başka zırvalara dair ağız kalabalığı ederek bu konuya burunlarını soktuklarından beri, kimse hiçbir şey anlamasa da- işte bunlarda en azından kanalizasyon problemleri vardır. Böyle bir problem olmadığını söylemiyorum. Ve belki bu problemi daha az yaşadıkları için onlara vahşiler ve hatta iyi vahşiler denmiş ve doğaya daha yakın insanlar olarak değerlendirilmişlerdir.

Ama iş büyük medeniyet = borular ve lağımlar eşitliğine geldiğinde bunun hiç istisnası yoktur.

Babil’de lağımlar vardı, Roma’da sadece lağım vardı. Şehir bununla başlar. Cloaca maxima (en büyük lağım). Dünya imparatorluğu ona yazgılıydı. Demek ki onunla gurur duyulmalıydı. Gurur duyulmamasının sebebi, bu olguyu, deyim yerindeyse, temel önemi verilirse, kanalizasyon sistemi ile kültür arasında mucizevi benzeşimin fark edilecek olmasıdır.

Kültür şimdi artık bir ayrıcalık değildir. Tüm dünya bununla fazlasıyla kaplanmıştır. Üzerinize yapışır kültür. Yine aynı yerden gelen bu atık kabuğuna sanki gömülmüş halde, buna belli belirsiz bir biçim vermeye çalışırız. Peki bu neye indirgenir? Hani derler ya, büyük genel fikirlere. Örneğin tarihe.

Tarih pek çok şeyi hale yola koyar. Tek bir anlamı yoktur, bin anlama sahiptir. Buna bir dayanak değeri vermiş olan insanlar vardır. Doğal olarak, bu Hegel’de tam olarak ne demeye gelir diye bakma sıkıntısına girdiklerinden değil. Ondan önce başkaları vardır; örneğin Bossuet. O her şeyi takdir-i ilahinin ellerine bırakmıştır. En azından bu açıktı. Discours sur l’historie universelle (Everensel Tarih Üzerine İnceleme)’ye büyük bir değer verdiğini söylemeliyim. En başta, bu türü başlatan odur ve bunu açık ilkeler üstünde yapmıştır. Dama tahtasındaki taşları iten Tanrı’dır. İşte bu gerçekten ‘tarih’ adını almaya layıktır. Her şey bir beyefendinin başına gelen hikaye (histoire) etrafında döner. Fena değil, bu başka insanları iştahlandırmıştır; tarihi çok daha derinleştirmiştir. Bu fikirlerin kabul edilemez olduğunu söylemiyorum, ama bunları tuhaf bir şekilde kullanıyorlar.

Yine de kültürün yersiz bulduğum bir amaç olduğuna inanmayın. O deşarj eder. Düşünme işlevinden tamamen azleder. Kesinlikle aşağı olan, bu işlevde küçük bir öneme sahip tek şeyden azleder. Düşünme olgusu üstüne neden herhangi bir soyluluk vurgusu konuyor anlamıyorum. Ne düşünürüz? Üstlerinde kesinlikle hâkimiyetimiz olmayan, anlamayı başarmak için yüz kere aynı yönde evirip çevirmemiz gereken şeyleri. İşte bu düşünmek diye adlandırılabilir. Düşünürken (cogitant) alt üst olurum, altını üstüne getiririm. Bu ancak sorumlu olduğunda yani çözüm getirdiğinde, olabildiğince formalize edildiğinde ilginç hale gelmeye başlar. Bir formüle, olabildiğince matematiksel bir formülasyona varmadıkça, ne yararı ne de soyluluğu anlaşılır. Neyin üstünde durmaya değer olduğu anlaşılmaz. (…)

Dikkatinizi çektiğim bu mekanizma tamamen güncel bir biçimde işler. Bu teori değildir, ben burada teoriyi abartacak değilim. Fakülteye gitmeden kendi gözlerinizle görebilirsiniz, orada zaten size ‘felsefe’ adı altında öğrettikleri şey budur. (…)

Hakkında gerçekten düşülen alanda neyin söz konusu olduğunu yanlış anlamaya mahal vermeden saptamak her zaman zordur. Sözcükler çoğu kez her türden karışıklığa fazlaca sürüklenirler. Bazılarının bugün, tarihin işlevlerinin deyim yerindeyse teorik haklarıyla hiçbir alakası bulunmayan tarihsel indirgemeyi kullanmasına izin veren işte budur. O zaman yapıyı değil, yapısalcılık denen şeye ilişkin soruları ağızlarından kaçırıveriyorlar. (…)

Kültürel hareket diye adlandırılan şeyin işlevi karıştırma ve türdeşleştirmedir. Su yüzüne çıkan şeyin belli nitelikleri, belli bir tazeliği, belli bir ucu vardır. Bu bir filizdir. Söz konusu kültürel hareket onu yoğurur, ta ki bu filiz bütünüyle indirgenmiş, rezil hale gelinceye, her şeyle bağlantılı oluncaya kadar.” (Jacques Lacan, Benim Öğrettiklerim, Çev.: Murat Erşen, Monokl Yayınları, İstanbul 2012)