Maneviyat ve yorgunluk

Manevi yol göstericiler hakkında sarf edilmiş bir sufi sözü vardır: “Seni dünyaya çağıran aldatmış, amele çağıran yormuş, Hakk’a çağıran ise sana iyilik etmiştir.” Bu sözdeki, “amel” ile ilgili kısmın diğerlerinden daha ziyade dikkat çekeceğini kestirebiliyorum. Ama iktisatlı olmak amacıyla kısa geçilen o bölüme bir parantez desteği verebilir ve “seni, gayesiyle ve tesiriyle tanıştırma kudretine sahip olmadan, kuru amele çağıran” diye şerh edebiliriz.

Aslında sufilerin yolu amel-ibadet yoludur. Ama amel ve ibadetin sasılaştığı, anlam ve havasını yitirdiği, giderek hedefini kaybedip kendi üzerine kapanmış alışkanlıklar cümlesine katıldığı durumlarda dikkati, yapıp etmenin, “yorulmanın” ötesine çekecek bir uyanıklık gerekebilir. Öyle ya; yapıp etmekten murat sonuç almaktır. Ekmekten murat biçmek, dikmekten gaye devşirmektir. Ha, saman elde etmek kastıyla tohum serptiysek, odun ihtiyacıyla kavak diktiysek, o başka. Ama kastımız buğdaysa, elmaysa, yemişse, bu durumda sadece yorgun değil, iş bilir olmak zorundayızdır. Yeterince, hatta çok, hatta pek çok yorulmuş bir çiftçinin mahsul sevincine kavuşması, sadece bu yorgunluğuna mukabil olarak hak edilmiş olmayacaktır. Mahsul, yorgunluğa eşlik eden bir fikir, bir taktik, bir uyanıklık ile mümkündür.

Türbelerimizin civarlarındaki, “yeşil dükkanlar”ı geziniz. Benim de gezmeyi sevip alışveriş de yaptığım bu dükkanlarda zaman zaman çok iddialı bazı afişlerle ve ürünlerle karşılaşacaksınız. Kimi tezgahlarda, her derde deva olanlarından, zemzem suyuyla yıkanmış olanlarına kadar envai çeşit, ruhunu, ağırlığını, tesirini yitirmiş “kutsal” mamul; efsunlu denilecek kadar yoğun anlam yüklenmesine maruz kalmış bazı dua kitapları arzı endam ediyor. Bütün bunları nasıl yorumlayalım? Kutsal nesneler şeması içinde bunları nereye koyalım?

Türbelerin civarındaki bu “kutsal” pazar, aslında bir yitimin göstergesi. Tıpkı aşure günlerinde, geleneğin ağır başlı, ilkeli ve sınanmış uygulamalarına bütünüyle yabancı olarak inşa edilmeye çalışılan bazı uygulamalar gibi. Bunlardan birinin afişinden, o yapılan aşurenin kutsallığına bizleri ikna etmek için, içine katılan suların listesine akla gelebilecek her peygamberin, her kutsal mekanın suyunun ilave edildiğini, envai çeşit duanın, surenin, tesbihatın bu aşureye adeta boca edildiğini çıkartabiliyoruz mesela. Aşurenin kendisi zaten yeterince karışık ve aşureyken, bu katkılarla tanınmaz hale geliyordu.

Bunun bir yitim olduğunu niçin savunabiliriz? Çünkü elinizdeki sade, vasıflı ve derinlikli malzemeye inancınız yoksa, onun zenginleştirilmesi gerektiğine kanisiniz demektir. Zenginleştirilme imkanı yoksa, bu kez parlatılmasına ihtiyaç duyduğuna kani olacaksınızdır. Her iki halde de yaşanan şey yitimden ve yoksullaşmadan başka bir şey olmayacaktır.

Maneviyat, gücünü maddiyatın ona verdiği omuzdan alamaz. Belki tersine, maddiyat kendisini aklamanın yolu olarak manevi olandan himmet dilenir. Eğer tersi gerçekleşmeye başlamışsa, yani manevi olanı satmak, tutturmak, sevdirmek için maddi olanın desteğine ihtiyaç duyulur hale gelinmişse, burada sorgulanması gereken şey, evvelemirde o maneviyatın, gücünü katıksızlığından ve yüceliğinden alan bir saf maneviyat olup olmadığına bakmak olmalıdır.

Derdimi bir de, o tezgahlardan birinde satılan bir kahve hakkında konuşarak anlatmayı deneyeyim. Pazarlamacı akıl o kahveye saltanatlı bir isim koymuş. Sultanlı, Osmanlılı bir şey. Hızını alamamış, kahvenin yirmi bir çeşit kahvenin karışımı olduğunu eklemiş. Yetmemiş, sağlık için yararlarını sıralamış. Üstüne de, afili bir ambalaj geçirmek ihtiyacı duymuş. Bütün bu çabasının, onun elindeki maneviyata (kahveye) güvensizlikten kaynaklandığını, onun maddiyatla (sultan-yirmi bir çeşit-sıhhi yarar-ambalaj) desteklenmeden ikna edici olmayacağını fark etmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ve bence bu çaba ve bu yorgunluk gerçekten hüzün verici. Oysa biliriz ki hakiki bir kahvenin, kendisi olmaktan başka bir şeye ihtiyacı yoktur.

Abartmaya ve sahicilikten uzaklaşmaya başlandığında, aşureden kahveye kadar bunun her şeye sirayet ettiğine şahit oluyoruz. Her abartı, her süsleme, her cila, manevi olanın sinsi bir sömürüsüne yol açıyor.

Bu noktada kritik bir eşiğe de gelmiş olduk: Bu biçimsiz durumları açıklamak için genellikle sosyal bilimlerin sahasına sığınmayı tercih ediyoruz. Oysa bunların başka bir çok sosyolojik sebeplerden ve süreçlerden bağımsız olarak, maneviyatın katıksız ve hakikatli biçimde temsil edilip edilmemesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani elimizde hakiki bir iman, hakiki bir manevi yaşantı, bir ruh, bir duyuş, bizim yönetemediğimiz bir boyutta kökleşmiş olan bir öz varsa, bu öz kendi karizması ve cazibesiyle zuhur edecektir. Bu hakikatli zuhur ise, bahsettiğimiz türden dini lümpenliklere geçit vermeyecektir.

Ama elimizde bu öz yoksa, bu ruhu yitirmişsek (artık tekrar yazının başına dönebiliriz) elimizde kalan yorgunluktan, kabuktan, posadan başka bir şey olmayacaktır.