Evvela, sanırım 6-7 yıl kadar önceydi, kullandığım arabanın torpido gözünde bulmuştum CD’sini. Çok etkileyici bir ses ve abartısız duru bir kıraat ile takip edilebilir ahenkte Kur’an-ı Kerim okuyan biriydi Mahir el-Muaklî Allah’ın hitabına muhatap olmak istediğimizde aile efradımla birlikte dinlerdik kendisini.
Oğlumuzun gelişini sabırsızlıkla beklerken sabahın erken vakitlerinde Enbiya Suresini açıp dinlerdik evimizde. Mahir’in sesinden peygamberlerin dilinden dökülen duaları işitmenin insana haddini hatırlatan bir yanı olduğunu keşfetmiştik. Nedendir bilmiyorum ama iyi gelirdi Mahir’in sesi. Mistik bir anlam da yüklüyor değilim, bunun da böylece bilinmesini isterim.
Mahir Enbiya suresinin bir yerine gelir, ‘subhanek…’ der kalır, neredeyse hıçkırıklara boğulacak gibi olur, cümleyi baştan alır bir es vererek okumaya devam eder, ama yine aynı ses titremesine maruz kalırdı. Ayette ne söylendiğini bilmeden gözlerimizin yaşardığını, hissiyatımızın kabardığını, tevekkülümüzün arttığını, boynumuzun büküldüğünü hatırlarım. Mahir’den her Enbiya suresini dinleyişimizde tam da o ayete sıra geldiğinde acaba bu ayette ne diyor diye düşünür ama bir türlü de gidip mealine bakmaya fırsatımız olmazdı. O zamanlar için nasip değilmiş demek ki diye düşünüyorum bugünden geriye doğru bakınca. Öylece dinlerdik.
On gün kadar evvel Bursa’da bir düğüne iştirak edip dönerken nereden aklıma geldiyse yine açtım Mahir’den Enbiya suresini. Tam o yere geldiğimizde ani bir hareketle durdurdum ve aynı zamanda hafızlığı da bulunan yol arkadaşım İdris Demir’e “bak bakalım bu ayetlerde ne diyor Cenab-ı Allah” dedim. Sağ olsun İdris ayetlerin mealini okumaya başladı bir süre sonra;
“Zünnûn’u da (Yunus’u da an). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştıramayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde; “Senden başka ilâh yoktur, sen münezzehsin, şüphesiz ben zulmedenlerden/haksızlık edenlerden oldum” diye niyaz etti.
Yunus (a.s)’ın başına gelenlerden sonraki niyazını hatırlatan Cenab-ı Allah, Onun niyazına icabet ettiğini devamındaki şu ayetle anlatıyor; “Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız” (Enbiya 87-88)
Bir ses titremesi, bir hıçkırık insanı nerelere götürür, hangi ufuklara yelken açtırır bilinmez. Nasipsiz dayak bile yenmez derdi babam, nasibimizde var ki yiyoruz işte bu dayağı.
Bahse konu ayetlerin biraz önüne biraz sonrasına gitmek istiyor insan. Surede peygamberler, peygamberlerin kavimleriyle münasebetleri, peygamberlerin içinde bulundukları ahvalin tasviri, peygamberlerin duaları, Allah’ın onların dualarına icabet edişine dair örnekler var ve tekrar tekrar okunması gereken bir sure kanaatimce.
Göz buğulanmasına, genizlerin yanmasına, seslerin titremesine acı bir hıçkırığa sebebiyet veren ‘sen münezzehsin’ ifadesinden sonrasına yoğunlaşıldığında bugüne fevkalâde çağrışımlar sunan hususlarla karşılaşıyorum.
Şöyle ki;
Kur’an’ın ifadesi ile ‘öfkeli bir halde geçip giden’ Yunus (a.s)’ın duasına icabet eden Rabbimizin, Yunus (a.s)’ı ‘karanlıklar içinden’ çıkarıp O’nu ‘kederden kurtarışı’na tanıklık ettikten sonra, Zekeriyya (a.s)’ın ‘Rabbim! Beni yalnız bırakma!’ niyazına Yahya (a.s) ile icabet edişine tanıklık ediyoruz. Sonrasında onların ‘hayır işlerinden koşuşmaları, umarak ve korkarak yalvarmaları ve Cenab-ı Allah’a derin bir saygı duymalarından’ bahsediliyor. (Enbiya 89-90)
Kavmini terk etmiş, günün moda tabiri ile ‘yalnızlığına kaçmış’ Yunus (a.s) da bir başına kalmanın endişesi ile yakaran Zekeriyya (a.s) da kahredici yalnızlıklarından kurtarılıyorlar. Allah, kendisini bilen, kendisine sığınan, yine Kur’an’ın bir başka yerinde geçen ifadeyi kullanacak olursak ‘kendisine kaçan’ kullarının yalnızlıklarını giderdiğini söylüyor. Hemen devamındaki ayette Hz. Meryem ve oğlunun örneğinden hareketle bu yaratma biçimini ‘cümle âlem için bir ibret kıldığını’ söylüyor. (Enbiya 91)
İçinden geçmekte olduğumuz zamanlarda da bir yalnızlaşma temayülünün varlığını görmüyor değiliz. Büyük travmalar yaşayan İslam ümmeti birbirlerini reddetme raddesine getirildi. Şu şekilde düşünen bu şekilde düşünene, öyle davranan böyle davranana, filana tabi olan, falana tabi olana, şöyle anlayan böyle anlayana, beride duran ötede durana hasım hale geliyor gittikçe. Yalnızlaştırılıyoruz! Yalnızlaştırılıyoruz ama farkında bile değiliz. Çünkü içinde bulunduğumuz hal bize ‘süslü’ gösteriliyor.
Şüphesiz bunda DAEŞ’ten FETÖ’ye kadar geniş bir yelpazeye tonlarına göre yerleştirilmiş paralel din mucitlerinin de etkisi var. Travmanın ağırlıklı olarak sebebi de bu zaten. Bunun farkında olarak söylüyorum. Ama yaşadığımız sarsılmanın hemen arkasından birbirlerine sahip çıkmak yerine ‘tasfiye operasyonlarının gönüllü taşeronu’ olmaya namzet Müslümanlar olma zorunluluğumuz nereden geliyor, anlayabilmiş değilim.
İnsanın düşünüşünü, duygularını, davranışlarını şekillendiren milyonlarca unsur söz konusudur malumunuz. Havanın sıcaklığı, coğrafi şekillerin zorluğu, seçme imkânımızın asla olmadığı ebeveynlerimizin üzerimizdeki belirleyicilikleri, o kahrolası sistemler, sevdiğimiz renk, sevdiğimiz ya da ürktüğümüz hayvanlar, bayıldığımız yemekler, rüzgarın esişi, durduğumuz zemin, hasbelkader birlikte çalıştığımız insanlar… Bir ömrün sonuna doğru ilerlerken daha bir farkına varıyor insan bunun. Herhangi bir insan tekinin dahi bir diğer insan tekinin düşündüğü gibi düşünmesi, ötekinin davrandığı gibi davranması imkânsızken neden her birimiz kendi doğrularımızdan yola çıkarak ürettiğimiz ‘iki seçenekli testlere’ tabi tutuyoruz Müslüman kardeşlerimizi? Ve istiyoruz ki, bizim doğrumuzu işaretlesin de öyle geçiversin optik okuyucularımızdan.
Tam bir adam asmaca oyunu. Sürekli eksiltiyor ve aslında eksilttikçe eksiliyoruz.
Cenab-ı Hak surenin 92 ve 93. ayetlerinde; ‘İşte sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana ibadet edin.’ ‘Onlar, emri/dini/işleri kendi aralarında parçalara ayırdılar. Ama hepsi Bize döneceklerdir.’ buyururken bu davranış biçimi nereye tekabül ediyor varalım hep birlikte hesap edelim.
Elbette çıkış yolu var. Onu da Elmalılı Hamdi Yazır’ın o naif ifadelerinden yola çıkarak alalım buraya; ‘İmdi her kim mü’min olarak salihattan bir amel işlerse onun sa’yine küfran yok ve her halde biz onun hisabına yazarız’ (Enbiya 94)
Hepimiz, Mahir el-Muaklî’nin ağlamaklı olarak kendini yakaladığı yerde öylece kalakalmış durumdayız aslında. Umarak ve yalvararak, O’ndan başka ilah olmadığını bir kez daha kabul edip, O’nun her şeyden ama her şeyden münezzeh olduğunu haykırarak, zulmedenlerden/haksızlık edenlerden olduğumuzu kabul etmişler olarak duamıza icabet bekleme makamındayız.
Sahi kim için saklayacağız ki gözyaşlarımızı?