Aklı, mantığı yerinde olan hemen herkesin yazımızın başlığını oluşturan soruya verecekleri cevap bellidir: “Hayır, kuyruk başı sallayamaz!”
Aslına bakarsanız, bu düz bir soru olmaktan çok, yönetici-yönetilen ilişkisinin düzeyini tanımlamaya mahsus mecazi bir söyleyiştir.
Üç beş çapulcunun devlet yöneticilerini zora sokmaya kalkışmasına, işçilerin patronlarını kendi taleplerine uygun hareket etmeye zorlamasına hatta bir çocuğun babasının davranışlarını kontrol etmeye başlamasına… vb. karşılık olarak kullanılıyor.
Hemen her toplumda, kültürde bir karşılığı, söyleniş şekli var bu sözün. Örneğin Fransızların, “kuyruk köpeği sallıyor” atasözü, yönetilenlerin yöneticiler üzerinde hakimiyet kurmalarını ifade ediyor.
HDP=PKK terörünü destekleyen bir bildiriye imza koymuş 1128 akademisyenin durumu üzerine düşünürken, yaptığım ilk tespit, işte bu soruyla somutlaştı: “Kuyruk başı sallar mı?”
Son on beş yıldır, sistemde (devlet yönetiminde) taşların yerine oturduğunu; “kuvvetler ayrılığı” prensibine işlerlik kazandırıldığını ve dolayısıyla darbeler öncesinde ve sonrasında sıkça gördüğümüz cübbeli, cübbesiz destekçi takımının da ıskartaya çıkarıldığını hepimiz biliyoruz.
Eskiden, darbelerden önce üniversitelerde olaylar çıkartılır, cübbeleriyle sokağa dökülen akademisyenlere “ordu göreve” pankartları taşıtılırdı.
Halkı darbeye razı etmek için gerekli ölüler bu sayede temin edildikten, onlara belediyelerce sağlanmış mezarlar gösteri yerlerine dönüştürüldükten sonra darbe yapılır ve yine akademisyenler yine cübbeleriyle sokağa dökülerek, bu kez onlardan orduya yalakalık yapılmasını meşrulaştırmaları istenirdi.
“Neden akademisyenler” diye sormaya gerek var mı? Okuma-yazma oranının çok düşük olduğu o yıllarda, akademik bir etiket, aydın olmanın mührü olarak görülür, bu mührü güya alınlarının şakında taşıdıklarına hükmedilen o taifenin en iyiyi bildiklerine, en uygun davranışı sergilediklerine inanılırdı.
Ayrıca, onların büyük çoğunluğu “solculuk ideolojisine” bağlı olmaları bakımından değişmeci, yenilikçi, çağdaş ve ilerlemeci şanlarına da sahiptiler.
Dünyayı etkisi altına alan devrimcilik rüzgarının taşıyıcıları olarak, yıllardır din ve dindarlarla didişmekte olan sistemin tercihi de daima onlardan yana olur, ilgili kuruluşlardan doğrudan istihdam ya da örtülü beslenme yoluyla yararlanmaları sağlanırdı.
Dediğim gibi sonra devir değişti. Halk bunlardan kendilerine bir fayda erişmeyeceğini anladı, onların istihdamından ve beslenmelerinden geleceği adına hiçbir faydanın tezahür etmediğini gören sistem de onları kirlenmiş bir peçete gibi kenara fırlattı.
Dahası ideolojiler devri de sona ermişti. Bizdeki meşhur adıyla “sol”, devlet ve millet adına bırakın bir “gelecek projesi” üretmeyi, mızmız, huzursuz, lafazan, nümayiş düşkünü, slogan kafalı bir tayfa olarak, varlığını kendi elleriyle bitirdi.
Son solcu akademisyen Ulus Sedat Baker’in ölümünden sonra meydan Murat Belge cinsinden, beyazlığı nedeniyle yerli olamayan, Londra, Paris vizeli, mutfak ve gezi uzmanlığı arasında siyaset yapan kişilere kaldı. Zaten dünya çapında da solculuk, ördek, kelaynak neslini koruma, üçüncü cinsin haklarını savunma vb. marjinal ilgilere indirgenerek, siyaset sahnesini terk etmeye zorlanmıştı.
Haliyle, devletiyle ve milletiyle uyumsuz akademisyenlere, yenidünya düzeni içinde, büyük güçlerin çıkarları istikametinde düşünmek ve davranmaktan başka bir şey kalmamıştı.
Milletiyle, onun diniyle, kültürüyle barışık olmayan ve bu nedenle siyasette yerliliği temsil eden, halkıyla birlikte hareket eden yönetimlere düşmanlık ederek kaybettikleri itibarı başka bir merkezden kazanmaya çalışan yeni nesil akademisyen için, güçlü devletlerin projelerinde piyon olmak daha cazip bir hale geldi ve nitekim çoğunluğunu araştırma görevlilerinin (yetişkin çocukların) oluşturduğu 1128 akademisyenin bildirisi de kendiliğinden bu maksada oturuverdi.
Devletin, HDP=PKK ile yürüttüğü savaşta, on kez sokulduğu delikten, on birinci kez sokulmamak için sürdürdüğü kararlılık, öncelikle “Bereketli Hilal”in kaosundan, belirsizliğinden nemalanan güçleri tedirgin etmişti.
“Çözüm süreci”nde, akla, mantığa sığmayan talepleriyle, hadsiz, hesapsız tehditleriyle devleti zora sokmak isteyen HDP=PKK, kendi kavminden baskı ve zulümle elde ettiği yüzde on üçlük bir siyasi desteğin ardından kelimenin tam anlamıyla “şımararak” süreci baltalamakla kalmamış, silahlı yoluyla bir sonuç üretebileceğini sanıp, talanla, vurgunla, kanla doğuyu cehenneme çevirmeye yeltenmişti.
Şu ana kadar devletten ve milletten dersini iyi aldı ve belli ki almaya da devam edecek. Bu durum HDP=PKK’yı aşırı bir telaşa düşürdü ve şimdi barış ağıdına oturdu. 1128 akademisyen de o ağıdın başağıtçısı olmak için sahneye fırladı.
Ancak hem HDP=PKK hem de onların başağıtçısı akademisyenler böylece bir büyük hataya şimdi birlikte imza atmaktan başka bir şey yapmış olmadılar.
Çünkü bildiride yer alan “Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir” şeklindeki kendi kayıtları, “Ne oldu da böyle oldu?” sorusunun sorulmasına yeterli geldiği kadar, HDP=PKK’nın Kürt halkına reva gördüğü zulmün, devlete olan düşmanlığının yeniden ve yeniden anlaşılmasına da artı katkı sağlamış oldu.
1128 akademisyenin devleti suçlayan taraf olarak, çocuk ölümlerinin, kanın, şiddetin ve acının sebebi olan HDP=PKK hakkında bildiride tek bir kelimelik eleştiriye bile güç yetiştiremeyişleri, onunla asıl neye güç yetiştirmeye çalıştıklarının bir belgesine dönüştü.
Devletin milletiyle kararlılık içinde HDP=PKK’nın emellerini bozmak üzere başlattığı haklı savunmayı, bir suç olarak niteleyip, buna ortak olmayacaklarını beyan eden 1128 akademisyen böylece terörün destekçisi, ihanetin tarafı, yeni dünya düzeninin piyonları olarak çok büyük bir suçun içine yuvarlanmış oldular.
Devlet bunlara nasıl bir cevap verecektir, bilemeyiz. Ancak şu var ki, söz konusu bildiri, onların suçlarının çok açık bir belgesi hükmündedir ve kamuoyu da bunun böyle olduğundan tereddütsüz olarak hem fikirdir.
1128 akademisyen HDP=PKK destekçiliğiyle belli merkezlere şirinlik yapmak isterken, hem fiili hem de fikri bir bataklığın içine yuvarlanmış oldular.
Bu bataklığın içinde layıkı oldukları muameleye uğramaları mukadderdir. HDP=PKK’nın ağıtçısı olarak onlar tarafından bir ağıda muhatap olmaları ise muhaldir.
Çünkü milletine ihanet edene, başka hainler bile uzun süreli olarak itibar etmezler.
Üstelik sayıları kaç olursa olsun, kuyrukların başı sallayamacağını da iyi bilirler.