Kutuplaştırılamayanlardan mısınız?

İnsan için ya dostu vardır ya da düşmanı.

Bu ikisinin arasında başka bir şey yoktur.

Ancak bunların yanında şu iki şey vardır:

1-İnsan inancındaki farklılaşmalar, bakış açısındaki değişmeler, çıkar çatışmaları… nedeniyle dostuyla düşman, düşmanıyla dost olabilir.
2-Siyaset gereği, düşmanla çatışmamayı zorunlu kılan durumlarda ona karşı tahammül gösterebilir ve bu manada onunla anlaşma yapabilir, geçici ittifaklar kurabilir.

İnsanın hilkatindeki bu kutupluluk hali, insan-insan, insan-toplum, toplum-devlet, devlet-devlet… ilişkilerine doğru genişleyen bir yapıyla İlahi Şeriat ile Akli Şeriat’ın belirlediği esaslar doğrultusunda yeni durumlara doğru kanalize edilir.

Deyim yerindeyse terbiye ve eğitim ile giderilmesi mümkün olmayan kutupluluk, bir haklar (hukuk) manzumesi içine çekilerek medenileştirilir.

Örneğin İslam Müslümanları kardeş, millet, ümmet; küfrü ise tek bir millet saymak suretiyle söz konusu kutupluluk halini kendi içinden, kendi dışına doğru inanç ve hukuk boyutlarıyla tanzim eder.

Kutuplaşmanın nazariyatını bunlarla sınırlı tutarak, pratik hayattaki karşılığına bakacak olursak, insan / toplum / devlet olarak da onunla başımızın pek hoş olmadığını görürüz.

Şöyle ki, Osmanlı’nın çöküşünü durdurmak ya da en azından geciktirebilmek için benimsenen Batılılaşma, başlı başına bir kutuplaşmanın nedeni olmuştur.

Söz konusu amaçla Batılılaşmayı benimseyen saray ve ordu ikilisi, bununla yöneten ve yönetilen ilişkilerini doğrudan etkileyen taraf olarak başta kendi halkıyla kutuplaşmaya başlamış ve Batılılaşmayı isteyenler tahakküm edenler, halk ise tahakküme uğrayanlar olarak ayrışmışlardır.
Nitekim Tanzimat, Meşrutiyetler, Cumhuriyet ve çok partili hayata geçiş bu manada tahakküm edenle edilenin ilişkilerindeki şiddetin düzeyini, yönünü ve gidişatını belirleme çabası olarak öne çıkarken, devlet ile halk, kışla ile cami, laikçi ile dindar… kutuplaşması hat safhaya ulaş(tırıl)mıştır.

Gezi eşkıya kalkışmasından itibaren, AK Parti karşıtlarının dillerine doladıkları, bize mahsus “kutuplaş(tır)ma” hikayesinin aslı budur.

Bu bağlamda, başta Cumhuriyetin ilanı olmak üzere, devletin yönetim sisteminin ve toplumsal hayatın yeniden tanzimine yönelik aldığı her yeni karar ve yaptığı her yeni uygulama bir kutuplaştırmadır.

Hilafetin ilga edilmesi bir kutuplaştırmadır.

Saltanatın ve halifeliğin kaldırılması; Ankara’nın başkent yapılması; laikliğin anayasaya eklenmesi; Şapka kanununun çıkarılması; tevhid-i tedrisat, medrese, tekke ve zaviyelerin kapatılması bir kutuplaştırmadır.

Elifba’dan alfabeye geçişle yeni bir kabile dilinin üretilmeye başlanması, Din’in dili değiştirme yoluyla gündelik hayatın dışına itilmek istenmesi, başlı başına bir kutuplaştırmadır. Buna mahsus karar ve uygulamalarla, akşam okur-yazar olarak yatan binlerce insanın, sabah uyandıklarında cahil hale getirilmesinden daha büyük bir tahakküm, daha etkili bir tahrik, daha seçkin bir kutuplaştırma olabilir mi?

Bir de kutuplaştırılanların, kutuplaşma taraftarı olarak vatan haini, devlet karşıtı, sistem düşmanı olarak ilan edip ipe çekilme boyutu var.

Ve bu boyutun, İskilipli Atıf Efendi’nin durumunda olduğu gibi, önce asıp sonra yargılama ve hüküm verme zulmüne taşınması var.

Sonra, aynı zamanda yeni bir kutuplaştırma tarzı olarak askeri darbeler başlar.

27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, yönetilen cahillerin (halkın) yönetilme iradelerini yanlış kullanmalarından kaynaklanan güç değişimlerinin yeniden düzenlenmesi ve bu manada halkın yeniden terbiye edilmesi için yapılmamış mıdır?

28 Şubat 1997 post-modern darbesi, Müslümanların devlet ve millet nezdinde yükselen itibarını kırmaya, dini özgürlük taleplerinden dolayı onları pişman etmeye, bu bağlamda eğitim ve iş imkanlarını ortadan kaldırmaya yönelik bir çabanın ürünü değil miydi?

Aynı şekilde 12 Mart 1971, 27 Nisan 2007 muhtıraları, dokuz subay olayı, 22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963 ayaklanmaları, 20 Mayıs 1969, 9 Mart 1971, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven, Balyoz darbe teşebbüsleri… her biri aynı zamanda yeni bir kutuplaştırmanın denemeleri olmaktan başka neydi?

Demek ki, kutuplaş- (tır)ma dediğimiz şey, bugünün meselesi ve bugünle de mahdut olan bir şey değildir. İnsan – toplum – devlet üçlüsü var olduğu sürece de var olmaya devam edecektir.

O halde, Gezi şürekası, bir olgu olarak gerçekliğine ve halkın hayatını kısıtlamaya, ileri çıkan kesimlerin burunlarını kırmaya yönelik onlarca tarihsel örneklerine rağmen, bugün neden sadece AK Parti’yi kutuplaştırmacı olarak itham etmektedir?

Şundan: Son iki yüz elli yıldır kutuplaş(tır)ma karar ve operasyonlarının kendi uhdelerinde olduğunu sananlar, bu kabiliyet ve yetkilerinin ellerinden alınmakla kalınmadığına, AK Parti’nin bunu halka vermek istediğine inanıyor olmalarındandır.

Böylece asırlardır cahil, beceriksiz, ne istediğini bilmeyen kuru kalabalıklar olarak gördükleri halkın, kendilerini azınlıkta kalmaları nedeniyle marjinalize edeceğinden, dolayısıyla siyasetin dışına iteceğinden büyük bir korku duyuyor olmalarındandır.

Diğer bir söyleyişle AK Parti iktidarına kadar, siyasi varlıklarını kutuplaşma üzerine bina edenler, halkın son on dört yıldır AK Parti’ye olan yoğun ve kesintisiz desteğini, Tanzimat’tan beri kendi uhdelerinde olan kutuplaştırma argümanının ellerinden kayıp gitmesinin bir karinesi olarak görüyor, tersinden bir yaklaşımla, AK Parti iktidarının boynuna kutuplaştırmacılık yaftasını asmaya kalkışıyorlar.

Söz buraya geldiğinde denilebilecek iki şey vardır:

1-Korkunun ecele faydası yoktur.
2-Ontik manada kutupluluğun bilincinde olanlar, kutuplaştır(ıl)manın da bilincinde olanlardır.

Gerisi sadece siyasetten ve yeni algı operasyonlarını yürütmekten ibarettir.

Son tahlilde ise, “Kutuplaştırılamayanlardan mısınız” sorusuna nasıl, neden ve neye göre muhatap olacağımızı doğru anlamak ve bilmek vardır.