Haberlerde izlemişsinizdir: Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu bir özeleştiri” diyerek, “Eğitim ve kültür politikalarında” mesafe kat edilemediğini söyledi. Yani, memleketteki en yetkili isim bize, bizim kendi aramızda en çok yakınıp durduğumuz iki başlığı söyleyiverdi.
Muhafazakar iktidarların bütün dünyadaki dilemması budur: Eğitimin ve kültürün giderek daha da liberal bir biçim kazanması, onların, bu iki başlığa olan hakimiyetlerini kısıtlar. Muhafazakar eğitim tasarımlarını besleyecek, destekleyecek ve geliştirecek bir sokak kültürü yoktur, bir televizyon ekranı namevcuttur, bir edebiyat havzası bulunmamaktadır. Muhtevaya, kitaplara, müfredata yapılan yamalar bir süre sonra sağından solundan patlar. Sonunda da bir türlü o beklenen insan tipi yetişmez.
Eğitim meselesini kültür politikasından, kültürü de piyasadan ayırmanın imkanı yok. Piyasa size hangi kültürü nasıl tüketeceğinize dair alışkanlıklar kazandırır ve aslında eğitim de bunu standart ve genel geçer hale getirir.
Peki, piyasa kimin yönetimindedir? Piyasa, bütün dünyada, bazı bayağı değerler üreten, bu değerlerle insani özü bulandıran, karartan bir aklın elindedir. Piyasayı, bu aklın yaptığı televizyon, bu aklın ürettiği moda, bu aklın geliştirdiği medya biçimlendiriyor. Kullanılan cazip dilse, içeriğin çürümüşlüğünü gizlemeye yetiyor.
Piyasa, nefste kökleşen bir teklif sunuyor. Dünyanın ebediymiş gibi algılanmasına hizmet eden bir üretim bandını habire döndürüyor. Çünkü dünyanın fani olduğu bir kere hatırlanırsa, bir kez bu temel insani gerçek ruhta yankısını bulursa, bütün üretimin hızının yavaşlayacağına ve bandın artık dönmeyeceğine dair bir kanaati en başta onlar taşıyor.
Bir şey hoşumuza gidince, onu eğlenceli ve keyifli olarak adlandırıyoruz artık ama eğlencenin ve keyfin gündelik dildeki kutsanması da bu bakışın sonucu. Bütünüyle cari eğlence, bütünüyle mevcut keyif arayışı, bütünüyle ölüm ciddiyetinden uzak bağımlılıklar ve alışkanlıklar, dünyanın ebedi olarak algılatılmasından besleniyor. Küresel bir ergenlik çağındayız adeta.
Ergenlikte (buna çocukluğu da dahil edelim) vakit geçmek bilmez. Belli bir meşguliyeti olmayan, henüz kendisine bir meşguliyet atanmamış olan genç insan, önünde sonsuzcasına uzayıp giden saatlerin içinde yavaş yavaş kımıldar. Ömrün en uzun saatleri, günleri hep o ilk yirmi sene içindedir. Aynı altmış dakikalık saati, aynı yirmi dört saatlik günü yaşadığına inanmak istemez. Eh, gençlik biter, meşguliyetler ve sorumluluklar tayin olunur. İşte o vakit genç adamın cennetten dünyaya inişi gerçekleşir.
Bu masum yanılgı sebebiyle çocukluk ve ergenlik çağları keşif çağlarıdır. Yani keşfetmek için bolca vaktiniz vardır. Keşfetmek için, hayatın belli biçimlerde taklidinden ve modellenmesinden ibaret olan oyunlara yönelirsiniz.
Bugün benzer biçimde, bu küresel akıl, ertelenmiş bir ölüm ve tabuya dönüştürülmüş bir yaşlılık fikrinin eşliğinde, “ebedi bir dünya” tasarımı üretiyor. Ebedi bir dünyanın gerekleri olan bütün ciddiyetsizliği, bütün oyunbazlığı, bütün tuli emelciliği de elbette.
Bu bapta, bu cari kültürle yarışmak zorunda mıyız? Bu kültürü yenebilir miyiz? Bu kültürün geride bıraktığı ve nefes almamıza yetecek boşluklar hala mevcut mu? Bence acil sorularımız bunlardır.
Dünyanın ve insanın fani olduğu hakikatini unutmayan ve unutturmayan bir hayat tecrübemiz olmuştu bir zamanlar. Evimiz, aile düzenimiz, mutfağımız, kızımız-kızanımız, düğünümüz, dilimiz, mektebimiz, kitabımız… bu temel hakikati gizlemeye değil, hatırlamaya yardımcıydı. Fanilerin fani bir dünyadaki geçici yolculuklarında, bu hakikati görünür kılmaya yönelik örgütledikleri bir hayattı o. Toplum bütünüyle kamil insanlardan oluşmuyordu elbette ama kemal sahibi olmanın toplum nezdinde tuttuğu mevki ve kamil kimselerin nüfuz kabiliyetleri, onları kültür politikalarının belirleyicileri kılmıştı. Evvelemirde bunu tahlil etmemiz gerektiği kanaatindeyim. Tahlil etmeli ve imkanı üzerine yeni tasarımlar, yeni hayaller kurmalı, kurgulamalıyız.
Fani oluşumuz, evet, itikadımızda temelleniyor. Ama biz faniler faniliğimizi unutma eğilimindeyizdir. İtikat ettiğimizi ikrar etmek, onu içselleştirdiğimiz ve kendimize mal ettiğimiz anlamına gelmiyor. Faniliği yakınî bilgi haline getirmek, dil ile ikrar katmanından daha derin katmanlarda, mesela kalpte, mesela gönülde, mesela ruhta bu ilkeyi işlemekten geçiyor.
Ahlak eğitimi, nefs eğitimi bu işlemenin iki temel unsuru. Kültürse bu eğitimlere yardımcı ve destek olacak şekilde tezahür etmeli. Bugünkü cari kültürünse ne böyle bir stratejisi, ne de niyeti var.