“Ölü kalbimiz dirileydi
hakka dönüp sadakayla yıkanaydık
dünyaya hiç meyletmeyeydik.”
Cahit Zarifoğlu
Kaç yaşında olursanız olun bayram çocukluğunuza sabitliyor sizi diye bir cümle kurmuştum ya hani, işte onu yaşadığımızı hissediyorum sürekli. Aldığımız nefesler daha bir dolu dolu bu sabah, valizden çıkan temiz kıyafetler giyilmiş, seneler öncesine gidiş gelişler, bir film şeridi gibi gözlerin önünden geçen hatıralar, kendi kendine gülümsemeler, üzülüşler, göz dolmaları, ama illa ki güzellikle akan bir zaman dilimi…
Aracımız Müslümanların mahallelerinden birine doğru yola koyuluyor. Yine Mekong nehrinin kollarından biri üzerine kurulu bir köprüden geçer geçmez Müslüman mahallesine düşüyoruz. Koyu kahverengi ve dayanıklı bir ağaçtan yapılma tertemiz evlerin önünden geçerek ilerliyoruz. Geniş yapraklı ağaçların gölgelediği, bir tarafı nehrin üstünde kalan, genişçe bir salonun dünyaya açık tutulduğu bu evlerin önündeki ve içindeki manzaralar hep tanıdık. Yeni banyo yaptırılmış çocuklar, en güzel kıyafetlerini giyerek bayramı karşılamaya hazırlanan kadınlar, beyaz entarileri ile camiye doğru yol almakta olan erkekler.
Bir caminin önüne geliyoruz. Solumuzda nehir akıyor, biraz ileride Dubaililerin yaptırdığı demir köprü duruyor, cami dolmuş durumda, bayram namazı eda ediliyor, eller duaya durmuşken üzerimize düşen gülümsemelere misliyle mukabelede bulunuyoruz. Bir süre sonra ‘Eid Mubarak’ sesleri arasında hem birbirimizle hem de Vietnamlı dostlarımızla kucaklaşıp bayramlaşırken buluyoruz kendimizi.
Kurbanlıklarımızın olduğu alana geliyoruz. Onlarca büyükbaş hayvan yan yana dizilmiş bir şekilde duruyorlar. Bizimle birlikte mahalleli de geliyor kesim alanına. Kasaplar da geldi şimdi. Bağışçılarımız için hayvanların en güzelini seçerek başlıyoruz işe. Pankartlarımız asılıyor, özel hazırlanmış giysilerimizden giydiriyoruz kasaplara.
Her bir hayvan için 7 kişi önceden belirlenmiş durumda elimizdeki listelerde. İlk hayvan ustalıkla yatırılıyor yere, bıçağı keskin kasap hayvanın boğazının ardına konumlanıyor, hemen etrafında olası bir olumsuzluğa karşın tetikte bekleyen yardımcılar var, kadınlar ellerinde tepsilerle biraz daha gerideler, çocuklar babalarının bacak aralarından bakmaya çalışıyorlar ve ilk 7 kişinin ismini okuyarak kasaba veriyorum vekaleti.
İlk kan toprağa düştüğünde, Habil’den İbrahim’e, İsmail’den İstanbul’a, Vietnam’ın An Giang şehrine kadar büyük bir tarih akıp gidiyor gözlerimin önünden.
İsimler tek tek okunurken, etrafta büyük bir organizasyon kabiliyetine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Kasapların ustalığı, hayvan derilerinin itina ile ve daha evvel görmediğim bir hızla yüzülüyor oluşu, büyük parçalara ayrılan etlerin mahalle sakinlerince cami bahçesinde kurulan parçalama alanına taşınması, bizim için düşünülmüş meyveler filan derken ortamın en itibarlı hanımlarından biri geliyor yanımıza, öyle sanıyorum ki, ‘bir şeyler yediniz mi siz’ diye soruyor bize tüm anaçlığıyla. Ahmet Emin gülerek yemez onlar diyor, bir kısa konuşma sonrasında hemen önümüzde bir yerde küçük bir ateş yakılıyor, yeni kesilen hayvanların sırt kısmından ince ince doğranmış bir miktar et konuyor ateşin üstüne. Sadece tuz var merak etmeyin diyor Ahmet Emin yine o muhteşem gülüşüyle. Bir süre sonra önümüze gelen tabaklarda gerçekten sadece et var. Ama yanında bir tabak daha mevcut, sos. Tuz olarak bunu kullanabilirsiniz diyor Ahmet Emin. Bir parça eti sosa bandırıyorum, biraz tuz, biraz karabiber, bir de limon tadı alıyorum, fena da olmamış hani.
Bir delikanlı geliyor yanımıza. Konya’da İşletme okuyormuş. YTB Bursu kazanarak gitmiş Türkiye’ye. Bize ülkemizi anlatıp duruyor büyük bir heyecanla. Her cümlesinin sonuna bir ‘elhamdülillah’ iliştirmeyi de ihmal etmiyor. Türkçeyi zor öğrendiğini ama çok iyi konuşmak için çok çaba sarf ettiğini söylüyor. Bize de teşekkür ediyor, sizler diyor, iyi ki geldiniz, ufkumuzu açtınız, önümüzü açtınız.
Ahmet Emin de benzer şeyler anlatmıştı. 10-15 yıldır dışarısı ile irtibat kuruyor olduklarını ve bunda Türkiye’den gelenlerin önemli bir rol oynadığını söylemişti. Ahmet Emin de oğlunu Türkiye’de okutmak isteyenlerden, bunu ifade ederken bile heyecanlanıyor, inşallah diyor uzaklara bakarak, inşallah, inşallah.
Güneş en tepede değil artık, istikametini toprağa vermiş durumda. Kesim işlemimiz tamamlandı. Dağıtım için hazırlıklar sürüyor. Gece uyumamanın verdiği uykusuzluk hali yorulmuşluğuma eşlik edince caminin fayanslarının üzerinde kolunu baş yastığı yapmış vantilatörlerin altında uyuyan bir insana dönüşüveriyorum. Kısa bir öğlen uykusu diyebiliriz bunun adına, şekerleme ya da kaylule.
Dağıtım için özenle hazırlanmış kurban etlerimizin sahiplerine ulaşmasına geliyor şimdi sıra. Görev paylaşımı yapılmış durumda. Bizim dağıtım yapacağımız bölge belirlenmiş, diğer ekipler oluşturulmuş. Yola düşüyoruz.
Tarifi imkânsız bir his bu, Türkiye’den Müslümanların dünyanın en güzel insanlarına yolladıkları emanetleri özenle teslim ediyor olmak ve her seferinde yüzüne tatlı bir gülümseme ekleyerek elini kalbine götüren insanların dualarından nasiplenmek.
Dağıtımı gerçekleştirdiğimiz bölgede bir cami var, Jamiul Azhar (Ezher Camii). Cami 1989 yılında yapılmış. Bahçesinde çok sayıda eski yeni mezar taşına rastlıyoruz. Buralara İslam’ın girişi oldukça eski dönemlere dayanıyor. Uzak doğudaki İslam toprakları için genelde anlatılan ‘Müslüman tüccarlar’ hikayesi burada da var. Özellikle Yemen bölgesinden gelen Müslümanlar sayesinde İslam’la tanışmış bu bölge insanı. Kendilerini Çam milleti olarak tanımlıyorlar. İki asır kadar evvel Çam Müslümanları tek bir krallık altında yaşıyorlarmış. Sonrasında parçalanmışlar ve Kamboçya, Laos ve Vietnam’a dağılmışlar. Vietnam toplam nüfusunun %1’i kadarlar. Kendilerine ait dilleri var. Yıllar yılı dünya Müslümanlarından kopuk olarak yaşam sürmüşler. Geleneklerini muhafaza ederek, geleneklerine yaslanarak korumuşlar kendilerini. Fransızların bölgeye gelişleri, güçlenen direniş kültürünün doğurduğu sosyalist rejim ve Amerikalıların yıllar süren savaşı bölgeyi sürekli geriye atarken Müslümanların da durumdan nasiplendiğini öğreniyoruz. İslam dünyasından kopuk yaşamanın da bir bedeli olmuş tabii. Daha yeni yeni dış dünya ile irtibat kurabiliyor Müslümanlar. Türkiye’den bölgeye giden yardım kuruluşlarının, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının, TİKA’nın gördüğü işlev bu anlamda inanılmaz sonuçlar doğuruyor.
Havanın rengi çekiliyor, göğün renkleri direne direne, kendilerinden taviz vere vere azalarak yerlerini karanlığa bırakacak birazdan. Ezanlar düşecek bu İslam beldesine bir kez daha. Bizim için artık yola koyulma vakti geliyor. Gece gündüzü aldığı gibi içine bizi de içimize döndürecek belli ki. Derin bir tefekkür hali çöküyor üzerimize, ağır ağır ama sarsıntıyla yol alan arabamızın camından insanlar, motosikletler ve ışıklar akıyor sürekli. Uzunca susuyoruz sonra.
-devam edecek-17