Geçtiğimiz hafta, Ramallah’ta “9. Uluslararası Beytülmakdis Konferansı” yapıldı.
Türkiye’nin Kudüs Başkonsolosu Büyükelçi Gürcan Türkoğlu’nun katıldığı bu konferansın kapanış bildirgesinde, Mescid-i Aksa’nın Müslümanlar tarafından ziyaret edilmesinin dini bir fazilet olmasının yanı sıra, Kudüs’ün himayesi için siyasi bir zorunluluk olduğu belirtildi.
Hz. Peygamber’in (gücü yetenler için) ziyaretini emrettiği, Müslümanların üçüncü mescidi, ikinci haremi ve ilk kıblesi olmakla maruf bir mekan olduğu halde Kudüs’ü ziyaretin tekrar tekrar vurgulanmasının ne gereği var diye düşünebilirsiniz.
Bu vurguya neden olan şey, kafirler tarafından işgal edilen İslam beldelerinin fıkhi statüsü ve buna bağlı olarak geçmişte bu tür beldelerin ziyaret sınırlamasıyla ilgili olarak verilen fetvalardır.
Ancak, Kudüs’teki Müslümanların yalnızlaştırılmaması ve dolayısıyla onlarla olan kardeşlik (ümmet) bağının kopartılmaması yönündeki “siyasi maslahat”, diğer maslahatların önüne geçtiği için, Kudüs’ün ziyareti özellikle Türkler tarafından İngiliz işgali ve mandası döneminde sürdürüldüğü gibi, manda yönetiminin Yahudi devleti olarak yeniden yapılandırılmasından ve Kudüs’ün bu yeni devletin işgaline maruz kalmasından sonra da sürdürülmüştür; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kudüs’ün ziyaretini teşvik etmesiyle sabitleşen devlet politikasına tabi olarak, seyahat maliyetlerinin uygunlaştırılmasıyla girilen yeni süreçte ise, ziyaretler “corpus separatum şartlarında” yoğunlaşarak sürmektedir.
Öte yandan, Müslümanların Kudüs’le ilişkisi, anahtarının Hz. Ömer tarafından bizzat teslim alındığı 638 yılından beri bir “temellük ilişkisi” değil, bir “emanet ilişkisidir”.
İslam, dinin kendisiyle kemale erdirilmiş olması nedeniyle, Kudüs’ün emanetinde şeriksiz olarak hak sahibidir. Bizler de Müslümanlar olarak değişen hükümranlık ve işgal şartlarında halen bunu savunuyoruz:
Kudüs Allah’ın şehridir, Musevilerin ve İsevilerin Kudüs’teki hakları ancak ve ancak Müslümanlar tarafından doğru şekilde belirlenebilir ve doğru yapılandırılarak doğru uygulanabilir. Diğer uygulamalar da bir yana 1517 – 1917 yılları arasındaki Osmanlı yönetimi bunun yetkin ve sürdürülebilir bir örneğidir.
Zikrettiğimiz bu sonuçtan, Kudüs meselesini Filistin meselesinden ayırdığımız gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Gün geçtikçe (tam da Yahudilerin arzularına uygun olarak) daha da karmaşıklaştırılan Filistin meselesi, Yahudi – Hristiyan ittifakı karşısında Müslümanların meselesi olmasının yanı sıra, aynı zamanda Müslümanların kendi aralarındaki çatışmayı da besleyerek artıran bir meseledir.
Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed bin Salman’ın üç günlük yöneticilik performansını, İsrail’in devlet olarak tanımasına ve Filistinlilere Filistin dışında bir toprak ayarlanmasına yönelik BAE, Ürdün ve Mısır ittifakına hasretmesi, Filistin meselesindeki karmaşanın hangi boyutlara taşınmaya çalışıldığını görmemiz için yeterli bir örnektir.
Üstelik bize göre Kudüs, İsrail tarafından belirlenen 125 kilometre karelik şimdiki şehir alanının fevkinde, kesişme noktaları Gazze – Amman – Şam ve Beyrut olan dikdörtgen beldedir. Dolayısıyla gerçekte Kudüs meselesi, aynı zamanda Ürdün, Lübnan, Suriye ve İsrail gibi türedi devletleri de içine alan bir coğrafya meselesidir.
Bundandır ki, güncel planda, yukarıda zikrettiğimiz Kudüs’ü mescit-şehir olarak ziyaret etme zorunluluğunu, ferdi bir yükümlülükten hareketle bugünden yarına çözülmesi hemen mümkün olmayan büyük meselenin önüne alıyoruz ki, bu aynı zamanda o büyük meseleyi bizzat kendi mahallinde doğru idrak etme maksadını da kendiliğinden ihtiva etmektedir.
O halde, geçmişte olduğu gibi bugün de, Yahudi işgalinin hükmünü ve uygulamalarını muğlaklaştırdığı mevcut corpus separatum şartlarında bile Kudüs’ü ziyaret etmek zorunda olduğumuzu tekrarlayarak şu hususu özellikle vurgulamalıyız:
Kudüs, halen Osmanlı İmparatorluğunun emanetteki ehliyetinin ve Britanya İmparatorluğu’nun demokratik teamüllerinin “moral etkisinde” bir selam şehri olma niteliğini sürdürmekte olup, dar bir çerçeveyle olsa da, Filistin’in tamamında Yahudiler tarafından işletilen zulüm mekanizmasının kısmen dışındadır.
Bu bakımdan, eşlerimizi, çocuklarımızı, akrabalarımızı da yanımıza alarak, Kudüs’e, her şeyden önce ziyaret emri Peygamberimiz tarafından verilmiş olan bir mescit şehri olması nedeniyle gitmeliyiz.
Kudüs’te (Beytülmakdis’te), Kubbetü’s-Sahra ve Kıble mescitleri dahil beş mescidi içine alan yüz kırk dört dönümlük “saha-mescit”, Beytullah gibi bir haremdir, ancak ziyaretinde ihram şartı olmadığı gibi, hac ve umre tarzında ibadet esaslarına muhatap da değildir.
Buna rağmen, yüz kırk dört dönümlük mescidin ziyaretine mahsus “edebin mirasından” oluşmuş bir “Beytülmakdis Menasıkı”sından söz edilebilir.
Nitekim, büyük mescidi “Hacer-i Muallaka’nın arkasına değil önüne yapma hassasiyeti” gösteren ecdadımız, minareleri de söz konusu alandaki mescitlere değil, yüz kırk dört dönümü çevreleyen kuzey ve batı duvarlarına yapmış olmakla, harem algısını pekiştirmiştir.
Üçüncü mescidimiz, ikinci haremimiz ve ilk kıblemiz olan selam şehri Kudüs, sizleri beklemektedir.