Kabe’ye zarf olarak Mekke’yi kuran Hz. İbrahim’in Karısı Hz. Hacer’dir (M.Ö. 1500’lü yıllar). Şehri kurması için ona verilen nimet ise “su”dur (M.Ö. 1000’li yıllar).
El-Aksa’nın zarfı olarak Kudüs’ü kuran, Hz. İbrahim’in torunu Hz. Yakub’un soyundan gelen Hz. Davud’tur. Şehri kurması için ona verilen nimet ise “demir”dir.
Bunlardan bakıldığında Mekke’nin dişil, Kudüs’ün ise eril bir karaktere sahip olduğuna hükmetmek gerekir.
Ancak Mekke’nin İslam şeriatıyla kazandığı yeni karakter bunu tersine çevirmiştir.
Çünkü Kudüs, Hz. Ömer’in anahtarlarını teslim aldığı 638 yılından itibaren, Mekke’nin (İslam şeriatının / Müslümanların) koruması altına girmiş ve bir kız kardeş ihtimamıyla her devirde Mekke’nin sevgisine, merhametine, yönetimine, korumasına ve savunmasına açık olmuştur.
Buna bağlı olarak, yine her devirde Kudüs’ü Hristiyanların (buna ilaveten modern zamanda Yahudilerin) istilasına, tasallutuna, zulmüne karşı savunan Müslüman yöneticiler, Kudüs’ün İslam hakimiyetinde huzurunu şiddetle arzulamışlar; ona reva görülen zulümleri kalplerinde hissetmişler ve onu hürriyetine kavuşturmadan rahat yüzü görmemişlerdir.
Bu manada onlardan sadır olan her tavır, her tutum ve her söz tek bir gerçekliğe isnat ederek, dünden bugüne, bugünden geleceğe Müslümanların aynı, değişmez ve sürekli bir hevesine konu olmuştur.
Aşağıda vereceğim iki örnek, bugünün Müslümanlarındaki söz konusu Kudüs hevesinin, sevdasının, özleminin, onu Haçlı-Yahudi zulmünden kurtarma arzusunun (tek sesin ve sürekli hevesin) mütevazı iki belgesi olarak okunabilir:
1.
İbn Şeddad, “Frank muhasarası sırasında kış günü Akka sahilinde Selahaddin’le birlikteydi.
İbn Şeddad denizi daha yeni görmüştü ve dalgalar onda öyle büyük bir korku uyandırmıştı ki, şöyle yazıyordu:
Denize bir mil açılmam için bana dünyayı verseler yapmam…
Ben bunu düşünürken Selahaddin bana dönüp şöyle dedi:
‘Sana bir şey söyleyeyim mi?’
‘Elbette.’
‘Cenabı hak Sahilin geri kalanının fethini kolaylaştırırsa, toprakları bölüp, gerekli talimatları vermeyi ve gitmeyi düşünüyorum. Sonra denizi geçip Frankların adalarına gidecek ve yeryüzünde Allah’ı tanımayan tek bir tanesi bile kalmayana ya da ölene dek peşlerinden ayrılmayacağım.” (Malcolm Cameron Lyons – D.E.P. Jackson, Selahaddin – Kutsal Savaşın Politikaları, çeviren: Zehra Savan, Pınar Yayınları, İstanbul 2006)
2.
Mısır Bahriyye Memlükleri’nin sultanı Kıpçak asıllı Baybars, 1260 – 1277 yılları arasındaki on yedi yıllık saltanatı sırasında, Abbâsî ailesinden birini halife ilân ederek Abbâsî hilâfetini Mısır’da yeniden kurmuş, hilâfetin yeni hâmisi sıfatıyla İslam dünyası üzerinde nüfuz sahibi olmuştur. Mekke şerifinin güvenini sağlayarak mukaddes bölgeyi ve Kızıldeniz’i de hâkimiyeti altına almış, uzun soluklu yeni düzenlemelerle devlete merkeziyetçi bir hüviyet kazandırmıştır. İlhanlılar ve Haçlılar’la mücadele eden Baybars, Ermeni ve Nûbe krallıklarını vergiye bağlamış; Antakya Haçlı Prinkepsliği’ni ortadan kaldırıp, İsmaililer’i itaat altına almıştır.
Ömrünü ve hassaten saltanat yıllarını Haçlılarla, Moğollarla, Heterodoks unsurlarla mücadeleye adayan Baybars, Moğol yıkımını durdurmak üzere 1277’de Halep’ten kalkıp Elbistan ovasına gelmiş ve İlhanlılar’la karşılaşarak onları büyük bir bozguna uğratmıştır. Baybars’ın gücünü gören Selçuklu sultanı III. Gıyaseddin ile etkili yöneticilerinden Muinüddin Süleyman Pervane, onun Mısır’a dönüşünü biraz erteleyerek Anadolu’da kalmasını talep ettiler. Onları samimi bulmayan Baybars’ın, verdiği şu cevap tarihe altın bir levha olarak kazınmıştır:
“Ona de ki, ben Rum’u ve yollarını öğrendim. (…) Hac vazifesini yerine getiren insanın komşuluk hukukunu gözetmesi gerekir. Bu seferden sonra bize sefer yok. Biz Rum halkının kanını dökmekten, mallarını yolup almaktansa Allah’tan bunların karşılığını bize öbür dünyada vermesini dileriz. Saltanat tahtınızda oturmamız Al-i Selçuk’un tahtının şanını yüceltmek içindir. Ama şunu bilin ki, bizim istediğimizi yapmaktan alıkoyacak hiçbir engel yoktur. Hiç kimse bizim satvetimizden emin olmasın ve herkes bilsin ki, bütün mesafeler bizim için bir adımlık yoldur. Allah’a şükürler olsun ki, bizim atımızın eyeri bu tahttan (Selçuklu tahtından, Ö.L.) daha yüce ve daha değerlidir. Bizim topraklarımızda o kadar saltanat kürsüsü vardır ki, biz o kürsünün işaretiyiz ve bizim için Kudüs’ün fethinden daha üstün bir fetih yoktur.” (Şihabeddin b. Fazlullah el-Ömeri, Türkler Hakkında Gördüklerim ve Duyduklarım, kısaltarak çeviren: D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul 2014).
Kudüs denildiğinde Müslüman yüreklerde uyanan “aynı hevesin” müştereken beslendiği, Selahaddin Eyyübi ile Baybars namlı el-Melikü’z-Zâhir Rüknüddîn es-Sâlihî el-Bundukdârî’den gelen ses, bugün de en güçlü mesaj olarak değerini korumakta, dün olduğu gibi şimdi de istikametin hedefini işaret etmektedir.
Miracıyla Hz. Peygamberin avuçlarına konulan Kudüs nuru, Hz. Ömer’in onu teslim aldığı tarihten itibaren, Müslümanların eline nura tebdili mümkün bir nar olarak düşmüştür.
Nur oluşuyla da, nar oluşuyla da hoş olan Kudüs’ü, bizden evvelki Müslümanların sesini izleyerek, Yahudi – Hristiyan zulmünden kurtarma gayretini sürdürmekten daha büyük bir uğraş yoktur.