Ceplerinde çift pasaportla dolaşan ve AB ülkeleri tarafından şartsız ve ebedi vizeli sayılan müstemlekeci kimi aydınlar, Gezi eşkıya kalkışmasından (Haziran 2013), “iktidarın kültürel kimlik dayatmasına karşı bir itiraz destanı” yaratmak için doğrusu az çırpınmadılar.
Geçtiğimiz günlerde vefat eden İskender Savaşır bunlardan biriydi. Radikal’deki 24 Haziran 2013 tarihli söyleşisinde yer alan “İdeolojiye karşı hayat var. Gezi direnişi bir yaşam sevinci örgütlenmesidir. İnsanlar yaşamakta oldukları şeyi savunuyorlar çünkü. O yüzden de nerede duracaklarını çok iyi biliyorlar. Kimseye zarar vermek istemedikleri gibi kendileri de zarar görmemeye özen gösteriyorlar. Uğruna ölünecek değil, uğruna yaşamak istedikleri bir şey var. Kendilerine seçtikleri hayattan söz ediyorum. İşte o hayata çok karışıldığında, o hayat bir kalıba sokulmaya çalışıldığında Ahmet’in haysiyet kırılması dediği şey patlak verir. Bence kalkışmanın özlü sözü şu: Bunu bana yapamazsın. İşte bu yanıyla da dünyada tarihsel bir olay.” şeklindeki ifadeleriyle, Gezi eşkıya kalkışmasını evrensel bir direniş felsefesine dahil etmekle kalmamış, 291 işyeri, 271 özel ve 116 resmi aracın tahrip edildiği, 11 kişinin öldüğü, 43’ü ağır olmak üzere 8163 kişinin yaralandığı o meşum olayları tersyüz ederek, bunu bir hayat arayışı, korunma kaygısı, özgürlük hakkı olarak yorumlamıştı.
Adı lazım değil, başka bir Gezi aydını da “Gezi Parkı’nda, gizliden görünürlüğe, özelden ya da mahrem olandan kamusal olana doğru açığa çıkarılmış bir olay vardı. Bu kamusallığın içinde, Türkiye ve dünya siyasetini belirleyen bir şey oluştu ve bunun etkileri halen sürmekte. Aslına bakarsanız bu durum da 11 Eylül ya da Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi temel bir şey. 11 Eylül için de ‘sanat mıdır?’ tartışmaları yapıldı. 1989 yılında, Berlin Duvarı yıkıldığı zaman böyle tartışmalar yapılmamıştı. Gezi olayları sürecinde de 11 Eylül ve Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi dünyadaki bakışı değiştiren bir şey oldu. Teker teker ele aldığımızda ve direnişi bir sanatsal olay olarak düşündüğümüzde, olayın bir gerçekleşme yeri olduğunu, o topografyadan bağımsız olarak düşünülemeyeceğini görüyoruz. Gezi olayları, kendi yerini, kendi alanını açtı” sözleriyle, toplumsal vahşete dönüşen olaylara bir sanat kılıfı uydurmaya çalışmıştı.
Şimdi Temmuz 2018’deyiz.
Yukarıdaki, “Türkiye ve dünya siyasetini belirleyen bir şey oluştu ve bunun etkileri halen sürmekte” şeklindeki kanaat cümlesinden bakarsak, gerçekten çok şey değişti. En azından Gezi eşkıya kalkışmasını hazırlayan ve destekleyen tarafların potansiyel tehlikelerini bertaraf edecek birçok tedbir alınmakla kalınmadı, Türkiye yeni bir sistem zorunluluğuyla yüzleşerek, karar ve uygulama mekanizmalarını güçlendirmekten yana bir tercih kullandı.
Bunlar aynı zamanda Gezi eşkıya kalkışmasının dış destekli eliyle birlikte, yanlış nazariyat anlayışını ve dolayısıyla dilini (fikriyatını) kırmaya yönelik şeylerdi.
Bu noktadan itibaren “haysiyetleri kırık” Geziciler, sosyal medya üzerinden olsun, nefret dilini kullanmaya hatta onun daha da ötesine geçerek, biriken kinlerinden yeni bir hakaret ve sövgü lügatçesi üretmeye başladılar.
Bu konuda şu somut örneği verebiliriz:
Babaannesinin Ermeni olduğunu öğrendikten sonra, yaşadığı zihni travmasının etkisiyle soluğu Geziciler arasında alan “sağcı” bir sosyal medya kalemşörü, yerli değerlere ve onu temsil eden kişilere karşı hakaretin dozunu artırdığında, onu ikaz eden hukukçu bir dostumuza, “nefret dilini aşıp, en galiz olan ne varsa onu kullanmak istiyorum” diye cevap verdi.
2013 Haziran ayından beri biriktirilen bu kin kimin işine yarar diye sormanın bir gereği var mıdır? Çünkü çok açıktır ki, Türkiye’ye yönelik kendi işgalci hayallerini, amaçsız, düşüncesiz, seviyesiz kısaca (ve kelimenin en geniş anlamıyla) çapulcu bir kesim üzerinden gerçekleştirmeye çalışan çevreler, gruplar, devletler, ideolojiler ancak bundan bir yarar umabilirler.
Kemal Gün’ün oğlu üzerinden ölümün siyasallaştırılması hakkında felsefi nutuklar atan Gezicilerden hiçbirisinin şehit Yasin Börü’nün adını anmamaları da paylaştığımız bu sonucu teyit etmektedir.
Bu nedenle “kin biriktirmek kimin işine yarar” sorusunu, bilumum (düşünen ve düşünmeyen) Gezicileri de aşan bir perspektifle yeniden değerlendirmek gerekmektedir.
Çünkü Türk milletinin huzuru, onu tehdit eden potansiyel tüm mikropların tahribini, ilgili art niyetlerin bertaraf edilmesini, bir kinle kökleştirilmek istenen nefret dilinin iptalini zorunlu kılmaktadır.