Kime güvenebilirim sorusundan evvel sorulması gereken

Mostar Köprüsü’nün yeniden açılacağı zamana planlamıştık seyahatimizi. Seyahat planı demişken öyle aman aman bir plandan söz etmiyorum. Uçak biletlerimizi tarifeli uçuşların olmadığı dönemlerde charter seferler tertip eden bir firmadan almıştık, hepsi bu. Ne kalacağımız yeri hesaba katmıştık ne de gezeceğimiz yerleri. Kafamızda Saraybosna’ya uçmak vardı ve bir de Mostar Köprüsü’nün açılışına katılmak. Geri kalan için ‘ya nasip’ demiştik, ‘ya nasip’.

Uçağımızın kalkışından iki saat kadar evvel havaalanında olmuş, uçuş kartlarımızı almış, bagajlarımızı vermiş ve pasaport kontrol sırasına girmiştik. Aynı uçakta yer alan Fatih Ketancı’yı arıyordu gözlerimiz ama göremiyorduk. Pasaport sırası bir türlü ilerlemek bilmedi. Bekledik, bekledik, bekledik. Öyle sanıyorum ki, polisler alarm halindeydiler ve bu yüzden kontrollerini büyük bir titizlikle yapıyorlardı. Zaman iyice daraldı. Bir şekilde müsaade alarak filan öne geçtik ve kontrol sürecimizi tamamladık. Koştura koştura kapıya vardık ama uçağımızın kapısı kapanmıştı. Biraz uğraş verdik ama nafile. Birkaç gün sonraki uçuş için yeni biletlerimizi vermişti firma. Ama o gün, Mostar Köprüsü’nün açılacağı gündü. Yapacak bir şey yoktu neticede. Valizlerimize hiç dokunmadan evde yeni uçuş günümüzü beklemeye başladık.

Bu sefer uçmayı başarmıştık. Müthiş bir coğrafyayı havadan seyre dalarak vardık Saraybosna semalarına. Uçaktan indik, taksilere yöneldik. Saraybosna’da yaşayan bir arkadaşımı aradım, bir taksiciye telefonu verip Mostar’a bizi götürmesi için ricacı olduk. Pazarlık yapıldı, yola düştük. Daha yolun başlangıcında iken öğrendik ki, törenler sona ermiş. Tekrar aradım arkadaşımı. Gitmekten vazgeçtiğimizi söylemesini istedim kendisinden. Bizi bir otele ya da pansiyona götürmesini söyledi şoföre.

Başladık, o pansiyon senin bu otel benim şehri sokak sokak dolaşmaya. Bir tek boş oda bile bulamadık saatlerce. Mostar Köprüsü’nün açılışının uluslararası bir boyutta yapılıyor olmasından mütevellit şehrin bütün odaları doluymuş meğer. Hiç boş yer bulamayınca şoförden bizi Başçarşı’ya bırakmasını istedik. Valizlerimizi sürükleye sürükleye Gazi Hüsrev Bey Camii’ne ulaştık. Akşam namazını kıldık, yatsıya az bir zaman vardı. Yatsıyı da eda ettikten sonra cami avlusunda bebek arabamız, valizlerimiz olduğu halde beklemeye başladık. Doğrusu ne yapacağımızı da bilmiyorduk. Neticede Allah kerimdi ve ikram etmesini severdi, bunu biliyorduk.

Bir süre sonrasında cami avlusunun Sebil tarafındaki kapısından birinin bize doğru yaklaşmakta olduğunu gördük. Ben ayağa kalktım. Selam verdi gelen kişi, selamını aldık. İsminin Damir olduğunu söyledi, tanıştık. Bize önce Boşnakça bir şeyler söyledi, anlayamadım. Başka bir dil de bilmiyordu anlaşılan. Bize “yatacak yer mi arıyorsunuz” diye sormaya çalıştığını iki avucunu birleştirip ellerini başının sağ yanına koymasından anladım, “evet” dedim, yatacak yer arıyoruz ama ellerimi iki yana açarak “bulamadık” dedim. Eşimi ve kızımı göstererek “onlar burada beklesinler, sen benimle gel” dedi. Eşime baktım, onayını aldım ve Damir’in peşine düştüm.

Bilen bilir, Bosna’nın kalbi, Saraybosna, Saraybosna’nın kalbi ise Başçarşı, Başçarşı’nın kalbi ise Sebil’in ve Çarşı Camii’nin bulunduğu meydandır. İşte o meydandaki bir pansiyona girdik, boş olan tek odayı tuttu bizim için Damir. Sonrasında geri döndük birlikte. Bir şeyler konuşmaya çalışa çalışa vardık cami avlusuna. Cami avlusunun kapıları kapanmak üzereydi. Eşime Damir bizim için bir oda ayarladı dedim. Hep birlikte eşyalarımızı yüklenerek, taş sokakları, tahta kepenkleri inmek üzere olan dükkanları teker teker aşarak İdentica isimli pansiyonumuza geldik. Damir’le sıkı sıkı sarılarak vedalaştık ve pansiyondaki odamıza yerleştik.

Muhtemelen, Saraybosna’daki tek boş ve belki de en ucuz odaydı burası.

Sabah namaz vakti çıktık dışarıya. Namazımızı kıldık. Henüz açılmamış dükkanların önünden sakin adımlarla ilerleye ilerleye gezmiştik Başçarşı’yı. Sonrasında dükkanını ilk açan börekçi Nedim Bey’in dükkanında o nefis Boşnak böreklerinden yemiş ve yine dışarıya bırakmıştık kendimizi. Dışarıya çıkar çıkmaz, çok uzun yıllar evvelinden tanıdığım Hüseyin Kansu’yu bir grup genç kıza rehberlik ederken gördüm. Hüseyin Abi, işaret parmağını kaldırıp, biraz bekleyin beni dedi bize uzaktan. Bekledik kendisini. Türkiye’de okuyamayarak Viyana’ya okumaya giden kız öğrencilere hararetli bir şekilde anlatacaklarını anlatıp, yanımıza geldi. “Hayırdır” dedi, “hangi turla geldiniz?” Herhangi bir turla gelmediğimizi, sadece uçak bileti alarak yola düştüğümüzü anlattım kendisine. Peki “otel bulabildiniz mi” dedi, evet dedim, şuradaki pansiyonda kalıyoruz. “Çok iyi” dedi, “biz bile yer ayarlama hususunda epey zorlanmıştık, çok şanslısınız” diye devam etti konuşmasına. “Peki bundan sonra ne yapacaksınız” diye sordu, “herhangi bir planımız yok dedim, 11 gün kadar daha buradayız, bakacağız” diye cevapladım. “O zaman alın eşyalarınızı, tramvayla Ilıca’ya gelin, sonrasında beraberiz” dedi.

Ilıca’ya vardığımızda, onların otobüs kafilesine dahil olduk. O otobüsle, Bosna’nın neredeyse dörtte birini gezdik. Srebrenitsa, Zenitsa, Yanya, Biyelinya, Brçko, Tuzla, Zenitsa ve yeniden Saraybosna. Dönüşte bizi bir Boşnak aileye teslim etti. Mensura ve Besim Çatoviçlerin evine gittik bir sabah namazı vakti. Tam üç gün bırakmadılar bizi. İnanılmaz bir dostluk geliştirdik Çatoviç ailesi ile. Akabinde yine gezmeye devam ettik Bosna’yı filan.

Damir’i kim göndermişti, nereden çıkıp gelmişti bilmiyorum ama bize inanılmaz bir güzellik yapmıştı. Onun çağrısına kulak vermiş, ona güvenmiş ve ona güvenmemizin neticesinde belki de en keyifli seyahatlerimizin birini gerçekleştirmiştik. Her şey olabilirdi elbette, nereye götürüldüğümü bilmiyordum, geride bıraktığım ailemin başına her şey gelebilirdi. Ama ben Damir’e güvenmiştim. Doğrusunu isterseniz bu güven tesisi benim inisiyatif almamdan ziyade Damir’den kaynaklanan bir durumdu. O güveni bize veren oydu.

O gün, kendimi Damir’in yerine koydum ben. Bir cami avlusunda, valizleri ile bekleyen bir aile görsem acaba yanlarına giderek, neye ihtiyaçları olduğunu sorar mıydım? Pek emin değildim bu sorunun cevabından. Kime güvenebilirsin ki bu dünyada? İşte böyle bir tehlikeli soruyu yerleştirmiş durumdayız zihnimizin en ücra köşelerine. Öyle ya, bu dünyada kimseye güvenilmez. Ama şu soru daha anlamlı geldi o günden sonra benim için; “Kim bana güvenebilir ki?” “Kim için güvenilir biriyim?” İşte asıl soru bu, “kime güvenebilirim” sorusundan evvel sorulması gereken.

Doğrusunu isterseniz, bu soruyu sormakla beraber çok şey değişti benim hayatımda. Size de tavsiye ederim.