Afrika hakkında ilk bilgilerimi sıkıcı coğrafya ders kitaplarından çok, özellikle iki filmden edindim. Biri Ernest Hemingway’in aynı adlı romanından beyazperdeye aktarılan “Kilimanjaro’nun Karları”, diğeri ise Cecil Scott Forester’in meşhur “Afrika Kraliçesi” romanından sinemaya uyarlanan, Humprey Bogart’ın başrolünü oynadığı film.
Filmlerin romandan ayrılan en önemli yanı size görsel bir ziyafet sunması. Her iki filmde de Afrika egzotik bir şekilde seyirciye sunuluyor. Kilimanjaro’nun Karları romanında daha ziyade bir iç betimleme görürken, Forester’in romanında bir nehir yolculuğu sırasında Afrika’yı keşfe çıkıyorsunuz. Fakat her iki roman/film size var olan Afrika’yı değil, görünmesi istenen Afrika’yı sunuyor.
Bizde, olayların Afrika’da geçtiği ilk roman ne zaman yazıldı bilmiyorum. Sanırım Afrika ile ilgili ilk film, başrolünde Tamer Balcı’nın oynadığı, 1952 yapımı “Tarzan İstanbul’da”dır. Filmdeki görüntüler, bir Afrika ormanından çok Türkiye’deki bir ormandan çekilmiş görüntülerle doludur. Fakat filmde meşhur Tarzan filmlerinden de görüntüler kullanılmış. Bizim Yeşilçam’ın Afrika’ya bakışı da otantik bir bakıştan ziyade Amerikan film sektörününkine benzer bir yaklaşım söz konusudur. Yapaydır, sahtedir, kişiliksizdir, belirsizdir. Yeşilçam’ın Afrika hakkında ürettiği en kötü filmlerden biri “Turist Ömer Yamyamlar Arasında” filmidir. Usta oyuncu Sadri Alışık muhtemelen sanat yaşamının en kötü rolünü bu filmde oynamıştı. Afrikalılar filmde ilkel, insan eti yiyen yamyamlar olarak gösterilmiştir. Hatta bir dönem Türkiye’de bir televizyon kanalında Afrika’daki son yamyam kabile diye bir program bile yapıldı. Oysaki tarihte Afrikalıların yamyam olduklarına yönelik herhangi bir kanıt bulunmuyor.
Sanat için de olsa, kara güldürü için de olsa bir halk, bir topluluk aşağılanamaz, onlar olduğundan farklı gösterilemez. Maalesef bizde milli sinema diye övündüğümüz pek çok film sahnesinde bu kareleri gördük, görmeye devam ediyoruz.
Türk insanının Afrika’yı tanıması gerekiyor. Yalnız bu tanımayı Batı algısı üzerinden yürütmemesi gerekli. Tanımak için Afrika’ya daha sık gelmeli. Afrika insanıyla kaynaşmalı, Afrika’daki tabii zenginliklerin insanın doğal hayatıyla nasıl uyumlu olduğunu görebilmeli.
Biz 90’lı yıllarda Balkanları keşfettik, Balkanların bizden bir parça olduğunu gördük. Balkan ilgimizde Bosna savaşının önemli bir etkisi vardı. Daha önce ise işçilerimiz çalışmak için Almanya, Hollanda, Fransa gibi ülkelere gitmişti. 1960’lı yılların salon romanlarında zenginler sık sık Avrupa’ya tatile gider, Avrupa’da gördüklerini anlatırlardı. Türk öğrencilerin Avrupa’yı keşfi daha erken olmuştu. Fakat çalışmak ve öğrenim görmek için gitmek ile turizm amaçlı gitmek arasında önemli bir fark var. Çalışırken ya da öğrenirken o ülkenin bir parçası gibisinizdir, bazı farklılıkları ayırt edemezsiniz, oysa turizm maksadıyla gittiğinizde amacınız öncelikle gezip görmektir.
Bizim kesimde de artık Avrupa seyahatleri başlamış durumda. Özellikle AK Parti iktidara geldikten sonra oluşan zengin sınıfı, Avrupa’nın farklı yönlerini de görme fırsatı edindi. Ben bu tür gezilerin bir ülkeyi tanıma açısından gerekli olduğunu düşünüyorum, bu yüzden eleştirileri de pek önemsemiyorum.
Yalnız bizim keşfetmemiz gereken yerler Afrika’da. Çünkü Afrika’nın neresine giderseniz gidin bu kıtaya çok da yabancı olmadığınızı, sizin fıtratınız ile bu kıtanın doğal güzelliği arasında kuvvetli bir ilişki olduğunu görüyorsunuz.
Örneğin bir Nil seyahati yapın. Uganda’nın Nil havzasından başlayarak Sudan ve Mısır’ı ziyaret edin. Nil kenarında yaşayan insanların kültürlerinin bizden farklı olmadığını, hatta oldukça zengin bir kültür çeşitliliği olduğunu göreceksiniz. Nil nehri bize geniş bir tarihi birikim sunuyor. Dünyanın en büyük açık hava müzeleri, kuruluşu kadim zamanlara uzanan şehirler bulunuyor.
Etiyopya, bizim insanımız tarafından çok fazla tanınmayan, hem tarihi hem doğal güzellikleri olan bir ülke. Özellikle ilk Hristiyanların burada neler yaşadığını, nasıl bir miras bıraktıklarını görebilirsiniz. Harar, bir Osmanlı şehri gibi. Afar eyaleti ise Hz. Peygamberin yaşadığı Mekke gibi. Afar’da tarihin durduğunu, modern hayatın burada hiç bir işe yaramadığını görüyorsunuz. TİKA’nın restore ettiği Necaşi türbesi şimdilerde kutsal topraklara hac görevlerini yerine getirmek için gidenlerin uğrak yerlerinden biri.
Etiyopya, Ruanda, Uganda, Demokratik Kongo, Gabon yeşilin bütün tonlarını bulabileceğiniz, Batı medeniyetinin kirletemediği doğal zenginlikleri görebileceğiniz yerler. Zürafalar, zebralar, antiloplar çevrenizde dolaşırken bir piknik yapın. Yalnız piknik yaparken bir şey pişirmemeye dikkat etmelisiniz, çünkü vahşi hayvanlar sizi ziyarete gelerek pikniğiniz bir kâbusa dönüştürebilir.
Güney Afrika’da yaşarken hep bir Ebubekir Efendi belgeseli düşünürdüm. Ebubekir Efendi’nin İstanbul’dan İngiltere’ye, oradan da Güney Afrika’ya gelişini ve yaşadıklarını bir belgeselle anlatmak isterdim. Böyle bir çalışma hâlâ yapılmadı, umarım ilerde birileri el atar. Ebubekir Efendi’yi anlatan bir roman yazılması da gerekli. Ebubekir sadece Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde yaşamış biri değil, ilmi ve tebliğ faaliyetleri için Mozambik’e kadar gitmiş, birçok şehir dolaşmış. Onun yaşadığı, gittiği, gezdiği Afrika’yı anlatmak güzel olurdu.
Somali kıyıları, Lamnu, Pembe, Zanzibar, Maritus adaları İslam medeniyetinin Müslüman kültürünün izlerini taşıyor hep. Mombasa ve Darusselam’da hâlâ canlı bir Müslüman yaşantısı var. Aynı zamanda bu bölgelerde denize girebileceğiniz, denizin tadını çıkarabileceğiniz sahilleri de bulabiliyorsunuz. Daha önce hayatınızda tatmadığınız en nefis balıkların tadına bakabiliyorsunuz.
Yardım kuruluşlarında çalışan gönüllüler ve Afrika’ya görev için giden bürokratlar dışında Afrika’yı fazla tanıyanımız, görenimiz yok. Bu yüzden Afrika üzerine hikâyeler, romanlar, şiirler yazılmıyor, filmler çekilmiyor. Gelin şöyle bir şey yapalım: Bir sponsor bulalım ve şairlerimizi, yazarlarımızı Afrika’ya gönderelim. Belirli bir süre kalmalarını, özgün eserler ortaya koymalarını sağlayalım. Birisi gelsin, Kilimanjaro’ya tırmansın ve dünyaya oradan baksın. İşte o zaman Afrika’nın ne kadar zengin, insan fıtratıyla ne kadar uyumlu olduğu görülecektir. Biz de artık Afrika’nın güzelliklerini oryantalist bir zihniyetle yazılmış Batı eserlerinden öğrenmeyiz. İnanın o zaman hiçbir değeri olmayan, Afrika’yı yanlış gösteren filmler yerine, onu olduğu gibi gösteren, “İşte benim Afrika’m” diyebileceğiz filmler yapacağız. Galiba bunun yolu da Kilimanjaro’nun tepelerinden bakmaktan geçiyor.