Keşke olsa

Kudüs’te, Berkûk Caddesi’nde üç sokağa birden yayılan bir tekke var.

Elinde bir çiçek dürbünüyle gezmiş gibi, gördüğü her yeri rengarenk, pek revnaklı, pek şetaretli, pek hevesli anlatan Evliya Çelebi’nin demesine göre, bir zamanlar sayısı yetmiş kadar olan Kudüs tekkelerinin faal olan sonuncusu.

Afgan Tekkesi diye biliniyor, kapısında, duvarlarında da yazıyor zaten bu. Bir Kadiri Tekkesi olarak hizmet etmiş senelerce, artık bir Şazeli dergâhı. Tekkenin başında o zamandan bu vakte kadar (şaka değil 1633’de inşa edilmiş) Afgan bir aile bulunmuş. Hala da öyle. Abdülkerim Efendi, şeyhleri.

Tekke Kudüs’te, özellikle Hac yolcusu olan ve başta Afganlılar olmak üzere, Orta Asyalı misafirleri ağırlarmış. Bugün bu hizmeti vermiyor belki, ama misafirperverlik dört yüzyıllık gelenekleri olduğu için, kapı hep açık. Ziyaretçisi içeride bir fincan nane çayı, bir bardak su bulur. Hatta Kadir Gecesi’nde filan yolunuz düşerse, yüzlerce giren çıkanıyla, yiyip içeniyle sabaha kadar yaşanan bir cümbüşe tesadüf edebilirsiniz.

Yancağızında da, Via Dolorosa (Çile Yolu) üzerinde, 56 numarada bulunan Özbekler Tekkesi var. Üç-dört sene önce, yani yine bir Özbek olan son şeyhi Abdülaziz Efendi hala hayattayken, Kudüs tekkelerinin sondan ikincisi olan Nakşi Tekkesi. Tekke artık faal değil ama Fransız tasavvuf tarihçisi Zarcone’un çalışmaları artık gösterdi ki, o da Afgan Tekkesi gibi on yedinci yüzyıldan beri, pek azı Nakşi tarikatından olan Hac yolcularına hizmet etmiş. Bu dergahın ilginç bir uygulaması, bir ziyaretçi defterine sahip olması. Listeden anlıyoruz, Özbek, Tacik, Türkmen, Iraklı, Hindistanlı, Çinli (mesela Çinli bir Müslüman olan Zao Zenzu), Kırımlı yanında Konyalı (mesela Filistin’de İngilizlere karşı savaşmak üzere Konya Mevlevi Taburu’nu komuta eden Şeyh Mehmed Bahaeddin Efendi), Çorumlu hacılar da konaklamış burada. Bakın bu ilginç gelebilir, Kazanlı modernist alim ve mütefekkir Musa Carullah Bigiyef, mübarek beldelere hem giderken, hem de dönerken burada kalmış, deftere de kendi kelimeleriyle “Şeyh Yakub Hazretlerine teşekkürümü arz edip” diye not düşmüş. Başka bir ilginç isim de, Alem-i İslam ve Japonya’da İslamiyet’in Yayılması kitabının yazarı, meşhur dava ve seyahat adamı Abdürreşid İbrahim.

Özbekler Tekkesi’ne kestirme gitmek istiyorsanız, Kudüs’e Babü’l-Hıtta’dan girmek en iyisi. Yani şu Hindliler Tekkesi’nin yanındaki kapıdan. Evet, Hindliler Tekkesi de, diğer komşularının işlevlerini bu kez Hindliler, Bengladeşliler vb için gerçekleştiren bir Çiştî Dergâhıymış.

Özbekler Tekkesi, Hindliler Dergâhı deyip geçmeyin. Bunlardan İstanbul başta olmak üzere İslam Dünyasının sağında solundaki İslam şehirlerinde, hatta bazılarında ikişer tane olmak üzere bulunduğunu hatırlatalım. Rüya gibi değil mi?

Bugün hacı ağırlayan bu dergâhlardan niçin yok?

O günkü dergâhlar daha zengin, patronaj daha güçlü olduğu için mi?

Bugün daha yoksul, daha dağınık, daha beceriksiz olduğumuzdan mı?

Bu sorulara benim cevabım “Hayır”.

Bu dergâhlar, kim olup, nereden gelip nereye gittikleri sarahaten bilinmeyen, öyle geçip giden hac yolcularına hizmet veriyordu. Bu tanışıklıkları hemen bir kazanca, uluslararası bir network çalışmasına çevirmeden hem de. Sadece hizmet. Çok acayip değil mi? Çok saf, çok basit, çok tuhaf gelmiyor mu size de?

Şimdi, sen ey tarikat ehli kardeşim! Bir hayal kuralım birlikte: İstanbul’da, Konya’da, Kudüs’te, Kahire’de, Mekke’de, Medine’de böyle hacı konukevleri yapsa tarikatlar, cemaatler. Öğrencisi, yoksulu, garibanı ve parayı hayatta denkleştiremeyecek olan fukarayı ağırlasalar. Üç gün, beş gün. Nasıl ki Kudüs Özbekler Tekkesi’nde Nakşi derviş kaldığı gibi, derviş olmayan da kalabilmiş, hatta Bigiyef gibi modernist fikir ve hareket adamları pekala ağırlanmış, Mevlevi dedesi gelip biraz takılmış. Benzer yerler açılsa. Tarikat müntesiplerimiz, geniş gönüllü, hizmet ehli, kafa dengi insanlar olduklarını gösterseler. Bunu yaparken de meşrep, mezhep, tarikat sormasalar.

Her geleni nasıl ağırlayalım hocam? Peki, rezervasyonla ağırla güzel kardeşim. Daha düne kadar, yani başımızın en kalabalık olduğu, “hasta adam” olduğumuz yüz sene öncesinde bile Orta Asya’dan hacı adayları, Mekke’ye Medine’ye gitmeden önce İstanbul’a ve Konya’ya uğruyordu. Yine uğrasınlar. Alimlerinden ders, dervişlerinden feyz, gazetecilerinden haber alalım birlikte. Hani hep diyoruz ya, oralarda kendimizi anlatmalıyız, son yaşananlar dahil derdimizi paylaşmalıyız, diye. Onlar gelsin, sen de anlat. Yahu anlatmak da şart değil, hacı ağırlıyorsun, dua alıyorsun, asli görevlerinden birine dönüyorsun. Bir düşün derim.

Hayalimiz burada bitti.

Keşke gerçek olsaydı.