Geçenlerde bir Afrikalı gazeteci dostumuzla sohbet ederken kendi hikayelerini yeterince dünyaya anlatamadıklarından söz etti. Afrika’daki olayları hala Batı medyasının gösterdiğini, Afrika’nın bu yüzden kendisini dünyaya ifade edemediğini anlattı. Biraz daha ileri giderek Afrikalıların bile Afrika’ya bakarken batı medyasının gözlüğü ile baktığını söyledi.
Dostumuzun bu tespitleri doğru olmakla birlikte Afrika’nın geleceği açısından da hüzün verici. Bugün hala insanların zihinlerinde kurgusal bir Afrika gerçeği var. Bu kurguyu aşmak şimdilik zor görünmekle birlikte aşılabilir yönü de var. Bu yüzden belki ilk yapılması gereken Afrika ile ilgili belgeselleri izlememek. Gerçekten de tematik belgesel kanalları için Afrika’nın doğal yaşamı bulunmaz bir kaynak. En bilindik belgesel kanallarında dahi her gün Afrika’nın vahşi doğası ile ilgili görüntülere rastlamak mümkün. Bu aslında bilinçli bir sosyal antropolojinin ürünü.
Afrika’da bir belgesel hayatı uzun yıllar öncesinin bir hastalığı. Hala bu hastalıklı bakış açısını devam ettirmek izleyiciyi bu yönde bilgilendirmek Batı merkezci bir yaklaşımının son çırpınışları.
Öncelikle şunu söylemek lazım tek bir Afrika yok. Birbirinden farklı bir çok Afrika var. Örneğin birbirine hiç de benzemeyen 54 Afrika ülkesi var. Bu ülkelerde yönetimler, bürokrasi, ekonomi, yargı gibi devlet aygıtları birbirinden oldukça farklı. Örneğin Gine ve Gine Bisav benzer etnik ve dini unsurlara sahip olmalarına rağmen konuştukları dil bile farklı. Her ikisi de sömürgeciliğin izlerini hala taşıyor ve biri Fransızca konuşurken diğer Portekizce konuşuyor.
Bugünkü Afrika emperyalizmin, işgalin, Batı istilasının bir sonucudur. Ülkelerin sınırları bile bu emperyalizmin bir uzantısı. 2011’de Sudan ve Güney Sudan’ın ayrılmasında oluşturulan sınırlar bile Avrupa devletlerinin Afrika’yı parçaladıkları Berlin Konferansında çizilmiş.
Diğer bir örneği de Somali. Tek bir Afrika olmadığı gibi tek bir Somali de yok. Bugünkü Somali iç savaşının nedeni de bu emperyalizmin belirlediği sınırlar. Etiyopya Somalisi, İngiliz, İtalyan, Fransız Somalileri var. Somali’deki iç savaş ancak bu sınırların yok edilmesi ile sona erebilir. Bu iç savaşlar yine Batının ortaya koyduğu yaklaşımın ürünü. Afrika iç savaşlar içinde boğuşan, sürekli kan akıtılan bir kıta olarak gösteriliyor. Bu yüzden Birleşmiş Milletler başta olmak üzere küresel örgütler bu iç savaşlara karşı istikrar ve güvenliği sağlayacak barış gücü gönderiyorlar.
Oysaki iç savaşların, bozgunculukların en önemli failleri de bu küresel güçler. Mali’de Fransız askerlerinin ne kadar sivili öldürdüğü televizyonlarda gösterilmiyor veya gazetelerde haber olarak yer almıyor. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde barış gücü askerlerinin kadınlara tecavüz etmesi, masum sivilleri katletmesini medyada görebilmek imkansız. Ama Nijerya’daki terör veya etnik savaş fazlasıyla gösteriliyor. İzleyenlere ve okuyanlara Afrika insanının ne kadar da çaresiz, yardıma muhtaç, kendi kendini idare etmekten aciz, hatta vahşi olduğu algısı yerleştirilmeye çalışılıyor.
Afrika hiçbir zaman dünyaya yabancı değildi. İlk Hıristiyanların geldikleri ülkelerden biriydi. Hatta Roma’dan önce Etiyopya krallığı Hıristiyanlığı resmi olarak kabul etmiş, Hıristiyanlığı kabul eden birçok Avrupalı Habeş ülkesine sığınmıştı. Araplar, Hindliler ve Çinliler 8.yüzyılın sonlarından beri Doğu Afrika kıyılarına geldiler ve şehir devletleri kurdular. Afrika hiçbir zaman dünyadan kopmadı ve tarihin dışında kalmadı.
Afrikalının temel sorunu her zaman kendi hikayesini anlatamamak oldu. Fakat kendi hikayesini anlatabilmek için kendi dilini oluşturması gerekiyor. Bu dil Afrika’nın geçmişi ile bugünü arasında yapısal ilişki kurabilmesi ile mümkün olabilir.
“Afrika hala postkolonyal dönemi yaşıyor” cümlesi yeni bir Afrika dilinin oluşmasına engel. Afrikalı entelektüellerin bu dönemi yaşamadıklarına inanmaları gerekiyor. Çünkü bunu kabullenmek bir Afrika doğa belgeseli izlemekten farklı değil. Afrika için postkolanyal dönem tabiri, Batılıların Afrika’yı biçimlendirme şekillerinden biri. Aslında bu tanımlama Afrika’daki Batı’nın tarihi, Afrika toplumunun değil.
Afrika’nın kendi dinamiklerini harekete geçirmesi gerekiyor. Kendine ait diller bu dinamiklerden biri. Batı Afrika’da konuşulan Hausa veya Doğu Afrika’da konuşulan Svahili gibi diller Afrika’nın geçmişi ile bugünü arasında köprü kurmasını sağlıyor.
Afrika’daki toplumsal kültür Batının yok edici emperyal düzeni karşısında hala direniyor. Belki var olan dünyaya adapte olamayan bir siyasal kültür oluşmadı ama toplumsal kültür Batı modernizminin baskınlığına karşı hala direnebiliyor. Afrika’yı ayakta tutacak, kendi hikayesini anlatacak dinamizm de işte bu toplumsal kültür olacak.
Afrika hiçbir zaman modern ulus devlet sürecini yaşamadı. Hiçbir Afrika ülkesi ulus devlet temelleri üzerine kurulmuş değil. Bunun nedeni Afrika’nın tarihin dışında kalmasından değil, Batının ürettiği siyasi geleneğin Afrika’yı etkileyememesinden kaynaklanmakta.
21. yüzyılda Afrika yeni bir döneme giriyor. Biz bu döneme kendi geçmişinin derinliklerinden doğan “Yükselen Afrika” diyoruz. Evet Afrika yükseliyor, tekrar diriliyor fakat bu dirilme sanıldığı gibi siyaset ve ekonomi nitelikli olmayacak. Daha çok kültürel temelli bir yükseliş olacak. Bu kültürel yükseliş siyasi ve ekonomik gücü de yanında getirecektir.
İşte o zaman Afrika kendi hikayesini anlatmaya başlayacak ve biz bu hikayeyi dinlemekten usanmayacağız tersine biz de bu hikaye ile birlikte yaşamaya devam edeceğiz.