Kemalizm, Atatürkçülük derken…

İki binin ilk yıllarında, bir Cuma günü, Osman Ağa Camii’nin dışına taşan cemaat nedeniyle yan sokağa geçmekte zorlanan orta yaştaki gran tuvaletli ve matruş iki adamdan biri, cemaate kızgınca bakarak şöyle demişti: “Keseceksin bunların hepsini!”

Elbette cemaat duymadı onu, çok yakınımızda olduklarından ben ve birkaç kişi duyduk ve kendilerine tebessüm ederek baktık. Onları kahredense asıl bizim bu bakışımız oldu sanırım, çünkü sinirden morarmış suratlarıyla kös kös yürüyüp gittiler.

Bunun üzerine şöyle düşünmüştüm: Kendileriyle aynı elbiseyi giydikleri, aynı bankalarda işlem yaptıkları, alış-veriş için aynı çarşılarda dolaştıkları insanları salt Cuma namazı kıldıkları için topluca katletmeyi düşünen bu kişiler, onlar adına çok çok farklı bir şeyi umuyor olmalılar ki, bu tutumlarını dile getirebiliyorlar.

Bundan hareketle de şu sonuca varmıştım: Sosyolojik terimiyle şeklen modernleşme, siyasi terimiyle şeklen Atatürkçülük yani Kemalizm yeterli görülmüyor; asıl zihniyet planında Batı’nın üstünlüğünü kabullenmenin ve inanç dahil yerel / milli değerlerden tümüyle uzaklaşmanın gerçekleşmesi bekleniliyor.

Nitekim 2007 Nisan’ında, o zamanın Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da, “laiklik ve demokrasiye sözde değil özde bağlılık” talebinde bulunmuş ve bu “sözde Atatürkçülük değil özde Atatürkçülük” şeklinde önüne gelenin kullandığı radikal bir ifade kalıba dönüşmüştü.

28 Şubat’ın televizyon ekranlarında klasikleşen şu malum diyalogu da hatırlayalım:

Ekranda, ordudan emekli olmuş ama henüz bir gram bile sivilleşmemiş, kızgınlıktan patlamaya hazır bir çehre, buyurgan sesiyle sormak değil sorgulamak için, karşısında diken üstünde dururcasına oturan ve badem bıyığından mütedeyyin biri olduğu hemen anlaşılan konuğuna soruyor:

“Sen bırak bu teferruatları da tek kelimeyle, net olarak söyle hemen, Atatürk’ü seviyor musun, sevmiyor musun?”

Kıvranıyor o zavallı, seviyorum dese bir dert, sevmiyorum dese çok büyük bir dert olacak. Biraz geveleyerek, kekeleyerek “O büyük bir komutandı” diyor ama sorgucu tarafından sıkıştırılmaktan kurtulamıyor: “Bırak, bırak bunları, Atatürk’ü seviyor musun, sevmiyor musun?”

Bu klasik görüntüyü, memleketine hizmet etmek maksadıyla Refah Partisi saflarına katılan emekli bir generalin, parti yoluyla yaşadığı zihni değişimi “bir tür din değiştirme” şeklinde tanımlamasıyla birleştirince, Kemalizm’in siyasi bir tez olmaktan daha öte, bir tür din olarak konumlandırıldığını fark ederek, modernlik ya da Atatürkçülük adına, şeklî değişimden asıl özsel bir değişimin talep edildiğine, bunu sağlayan şeklin ise bir tür maske, perde olarak görüldüğüne iyice inandım.

Kaldı ki, bu sadece Müslümanları da değil, Kemalizm’e uygun düşünmeyen ve yaşamayan herkesi kapsayan bir husustu.

Bu bağlamda, Fahri Erdinç’in Fes adlı bir öyküsünü hatırlıyorum. Erdinç, Kemalist devrimlerden biri olan Şapka Devrimini anlatıyor gibi yaparak, aslında şekil ve öz uygunluğunun arandığını etkili bir dille anlatıyordu o öyküsünde: Şapka giymemek için, ölünceye kadar sokağa çıkmayan eşraftan bir Müslüman, öldükten sonra üzerine şapka konulan bir tabutla uğurlanıyordu.

Sosyalist ve toplumcu gerçekçi bir öykücü olarak Fahri Erdinç’in kendisi de aynı sürece tabi ve aynı tarzda değişmeye zorlanan biri değil miydi zaten?

1917’de Manisa / Akhisar’da doğmuştu Fahri Erdinç. İlkokuldayken Sabahattin Ali’nin öğrencisi olmuş ve dolayısıyla çok erken yaşta onun tarafından edebiyata yönlendirilmişti. Sabahattin Ali’nin Bulgaristan’a kaçmak isterken, o zamanki CHP’li yöneticilerin talimatlarıyla sınırda katledilmesinden büyük üzüntü ve korku duyan Fahri Erdinç, onun yapamadığını yapmaya azmetmiş, Sosyalist bir edebiyatçı olarak, kendi hayati değerlerini özgürce yaşamak arzusuyla Bulgaristan’a kaçmış ama orada da bulamamıştı aradığı özgürlüğü.

Çünkü onu, Kemalizm’den sonra bulunması mümkün olmayan ikinci bir rejimde aramış ve ancak “Yazarın yurdu dilidir” tesellisiyle hayata katlanmayı seçerek orada hasret, yokluk ve yoksunluk içinde ölmüştü.

Son günlerde genelde Kemalizm özelde Atatürk(çülük) üzerinden üretilmeye çalışılan tartışmalara ve Anıtkabir’i ziyaret eden başörtülü – Atatürk tişörtlü kız görüntülerine, televizyon ekranlarında yaşa-paşa marşını haykıran “Reisçi” omurgasızlara baktığımda, yukarıda naklettiğim hususlar bir film şeridi, bir bilgi listesi gibi geçiverdi zihnimden.

Elbette, tarihi bir olumsuzluğun altını çizmek derdinde değilim ama tarihi gerçekliklerin kimliksiz ve kültürsüz birkaç şaklabanın, sahne ve ekran soytarısının ellerine teslim edilmiş olmasından dolayı da doğrusu zihniyetimiz, insanımız ve geleceğimiz adına kaygı duydum.

Bunların Müslümanlarla, AK Parti’yle bağlantılarının özellikle vurgulanmasını ise, daha derinden işleyen yeni bir meşum planın varlığına yoruyorum ve bu gidişatı, iktidar adına da asla ve asla olumlayamıyorum.