Kekeme çocuklar korosunun kesik dansı

Bir Tarık Tufan’ın kitabına isim olarak seçtiği ‘Kekeme Çocuklar Korosu’, bir de Sezai Karakoç’un “ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz / bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz” dizelerinde geçen ‘kesik dans’ tabiri hep ilgimi çekmiştir.

Bana kalırsa Müslümanlar olarak içinden geçmekte olduğumuz zaman diliminden hemen evvel yaşamış olduğumuz vaziyeti çok ama çok iyi özetleyen nadide ifadelerdendir bunlar.

Tam söyleyecekken kendini tutma, aklından geçeni dile dökememe, ‘acaba söylersem ne olur’ korkusuyla söylemek üzere olduğunu söyleyemeden bir defa daha, son bir defa daha kontrol etmek için geri gönderme, düşündüğünü tam olarak ifade edememe halini yaşamış olan Müslümanlar olarak şöyle şiir gibi konuşuyor olmalı değil miydik, kendinden emin, ne söylediğini bilen, düşündüğü, söylediği ve yaptığı arasında zıtlıklar yaşamayan, sözü bir başka yardımcı unsura gerek kalmadan tek başına kıymet ifade eden, inandığı şeyin coşkusu diline yansıyan kişiler…

Coşkulu bir müziğin içine düşüp, mutluluğa akıp giden bir halaya durmak yerine, maruz kaldıkları o kesik dansa karşı en iyi geliştirdikleri şey bir başka açıdan kesik dans olanlar da yine Müslümanlar değiller miydi? Dört karoluk bir mekana sıkışmış halde kesik bir dansı tekrar ede ede birbirinin aynısı donuk efekt pozisyonlar arasında geçiş yapmak durumunda kalanlar yani…

Başka bir dünya düşlerken, varolan dünyaya eklemlenip, dünyevî olanı yeniden bir başka formla üretmek işte bu kekeme çocuklar korosunun kesik dansından başka bir şey değildi.

Sezai Bey ve Tarık’ın bu kavramsallaştırmalarına farklı anlamlar yüklüyor olabilirim, farkındayım. Kendi tanımlamalarım üzerinden hareketle biraz da abartarak şunu söyleyebilirim; hem bu kekemelik ve hem de bu kesik dans bugünün dünyasından fırsat bulup da geriye baktığımızda bir mertebe olarak duruyor sanki.

Şimdilerde başka bir fazda, ‘tuhaf zamanlar’dayız.

Dünyayı yakalayacağız diye kendimiz olmaktan çıkmaktan bitap düştük artık, yorulduk ve çokça ölüyoruz. Söz anlamını yitirdi, var olduğumuzu görüntüleyemediğiniz her yerde yok yazılıyoruz, hız ve haz adlı ayartıcı ikiz kardeşle yaptığımız yol arkadaşlığının son durağının pek de matah bir yer olmayacağını bile bile kendimizi durmaya, durup da düşünmeye sevk edemiyoruz.

Yüzsüzüz. Ne yüz yüze bakmak için bir yüz bulabiliyoruz artık, ne de herhangi bir kimsenin bakabileceği yüzümüz kaldı. Jose Saramago’nun Körlük romanının kahramanlarına döndük hepimiz. Yüzü olmayınca insanın, ne de rahat oluyormuş her şey; atıp tutmalar, küfretmeler, adam asmaca oyunları, oyundan düşürmeler… Sanıyoruz ki, aslında bizden çok da farkları olmamasına rağmen karşı tarafa konumlandırdıklarımız içerisinden bir adam eksilttiğimizde biz çoğalacağız.

Hemen her şeyi, saniyeler içerisinde tükenecek olan kahkahalarla karşılamak zorundaymışız gibi delicesine anlık mizah üreterek geçiriyoruz ömrümüzü. Herkes ve her şey dalga geçilebilecek bir nesne oluyor bizim için. Herkesin bir açığını arıyoruz, sakladığı özelini deşiyoruz, ‘aslında o var ya’ diye söze başladığımız cümlelerimizin devamındaki tahminlerimiz gerçek olsun diye tüm kutsalları çiğnemeye adayız.

Bir üst başlıkları terk ederek daima bir altta –her nasılsa- açılmış bulunan başlıklara doğru bir yolculuk içerisindeyiz ve sürekli ikiye bölünerek yapıyoruz bu yolculuğumuzu. Her alt başlığa inişimizde, bir üst başlıkta birlikte olduğumuz kişilerle yollarımız ayrılmışsa eğer, düşman hanemizi biraz daha genişletmiş oluyoruz. Ve ölümüne savaşıyoruz onlarla. Her bir olay bizi biraz daha bölüyor ve savaştığımız cepheyi kendi ellerimizle büyütüyoruz her seferinde. İlk olarak hangi başlık altındaydık ki sahi biz ve şimdi hangi alt başlığın kendisini özne sanan nesnesiyiz?

Kendimize benzeyenleri takip ediyoruz, biraz farklılaştıklarımızı takipten çıkarıyoruz, farklı bir ses çıkaran olursa anında blokluyoruz. Fark dediysek öyle aman aman bir şeyden bahsediyor da değiliz, bakmayın siz abarttığımıza. Mesela, bu ülkenin fertleri olarak topyekun bir hadise yaşıyoruz, olay karşısında bir tavır geliştiriyoruz, ama her şey olup bittiğinde, sandıklar açılıp da davranışımıza dair ilk sonuçlar gelmeye başladığında birimiz ‘şöyle davransaydık keşke’ diyoruz, ötekimiz de ‘yok hayır böyle yaptığımız daha iyi oldu’ diye görüş beyan ediyor, hepsi bu. Temas imkanımızı yitirdik birbirimizle. En nihayetinde, sayfamızda görüşlerini okuduklarımızın kurdukları cümleler bizim kurduğumuz cümlelerin birebir aynısı haline dönüşüveriyor. İyi ama bu cümleleri kim tutuşturuyor elimize alelacele de yemeden içmeden sayfalarımıza döşeyiveriyoruz onları da bolca beğeni bekliyoruz sonrasında?

Fikri yitirdik, düşünmeyi unuttuk, tefekkür diye bir yer mi varmış neymiş o uzak ülkelerden birinde, kendimizi ötekileştirdiğimiz üzerinden tarifler olduk, zemin kaydı, konuştuklarımız hep aynı cümlelerden müteşekkil, ağzımızdaki kekremsi tat hiç gitmez oldu.

Bir parmak şıklatmasıyla birilerinin, profil fotoğraflarımız sol-sağ, sol-sağ ritmini yakalamış asker botlarında rastlanabilecek bir ahenk ve dakiklikle değişiveriyor. Bir işaret parmağı bize bir şey gösteriyor ve o şeye doğru kavimler göçü başlıyor. Başlıyor başlamasına da göçe çıktık çıkalı geçtiğimiz her yer çölleşiyor, ne gariptir ki bize her yer serap, her birimiz o serabın içerisinde defalarca uyanıyoruz ve fakat ‘mış’ gibi yapmalar alıyor başını gidiyor, kendi yalanımızdan bir hakikat üretmeyi bile becerebiliyoruz.

Şimdi buraya dikkat! ‘Halep’i gündem yapıyoruz çocuklar’ diyor en aklı başında olanımız. Elimizde beton tozuna bulanmış çocuk fotoğrafları var bolca, yıkılmış binalar hemen önümüzde, uçaklar uçuyor, sirenler çalıyor, enkazdan şimdi bir bebek daha çıkarıldı, galiba ölmüş, bize bir müzik lazım şöyle en acıklısından, mümkünse keman sesi olsun içinde, biraz da Suriye tınıları lazım ama, oldu bu iş, çok güzel oldu be, hadi paylaş, e hadi ama… Sen, ben, bizim oğlan, tt olduk mu birader? Olduk, hadi öyleyse gidip yatalım sıcacık yatağımıza, belki sabaha çıkar Halep.

Dedim ya tuhaf zamanlardayız, burası sosyal medya.

Size bir şey söyleyeyim mi?

Bizi kurtaracak olanlar ya sosyal medyaya hiç bulaşmamış olanlar ya da sosyal medyadan ümmileşmek suretiyle bir tevbeye sığınarak uzaklaşmış olanlar olacaktır.

Bundan hiç ama hiç şüphe etmiyorum. Tabi bir punduna getirip de onları ‘tekfir’ etmemiş olursak.