Kayıt altına alınmamış güzellik

Bir şelalenin önünde mola veriyoruz. Şelale için yekten, şahane, göz kamaştırıcı filan demek isterdim. Ama başta bunda zorlanıyorum. Çünkü popüler bir şelale. E ne var bunda, popüler bir şelale olmak çirkinleşmeye mi yol açıyor? Değil elbette. Ama popüler bir şelale olmak, defalarca farklı objektiflerden, farklı açılardan ve türlü manipülasyonlarla görüntülenmiş olmak demek. Sizin bu şelale ile arada başkalarının gözleri olmadan, bazı fotoğrafçılar, il kültür ve turizm müdürlüğü broşürleri olmadan karşılaşamamanız demek. Başka bir açıdan, bu şelaleyle ilk kez karşılaşma fırsatını ve dolayısıyla hayret ve temaşa fırsatını kaçırmanız demek.

Böyle bir şelaleyi görmeye giderken, zihniniz zaten daha önce defalarca çarpıcı kadrajlar içine alınmış olan o şelaleyi gördüğü için, karşılaşma aslında karşılaştırmaya dönüşüyor: Acaba şu an karşınızda “kendisi olarak duran” bu şelale, daha önce gördüğünüz karelerdeki güzellikle yarışabilecek mi? Acaba daha önce gördüğünüz fotoğraflar karşısında bu gerçek olan şelale yeterince çarpıcı kalabilecek mi? Buraya kadar yorulup gelmenize değecek mi? Neredeyse, suretle hakikatin mücadelesi gibi bir şey bu.

Şelale karşısında bir süre afallayarak bakakaldım. Suyun kendisini o yükseklikten aşağıya biraz da geleceğini yakmış ve bütün ümitlerini yitirmiş bir gelin gibi bırakıvermesi, bir haşmetle mi yoksa bir trajediyle mi karşı karşıya olduğum karmaşasını yaşattı bana. Başına ne gelmişti de, o tepelerden aşağıya sonsuzcasına bir düşüşü yineleyip duruyordu. Tabiat genellikle yavaş hareket eden bir dekordur. Bu sebeple biz kültür ve şehir yaratan yani gürültü ve hareket üreten insanları yatıştırır ve şaşırtır. Tabiatta her şeyin tam da yerini bulduğuna dair bir inanç tazelenir durur. Ama bunu genellikle sular bozar. Akan, düşen, çağlayan, kaynayan, köpüren sular… İşte bu şelale de, şimdi karşımda, o dağın tepesinden uçuşup durarak, tabiat dekorunu ırgalıyordu.

Suyun düştüğü yerde biteviye köpükten bir düğüm atılıyordu. Suyun renksizliğini yaralayan, suyun içinden yadırgatan bir beyazlık çıkartan bir düğüm. Yukarıdan aşağıya kendisini bırakan gelinin duvağının, suyun düştüğü yerdeki inatçı bir çalıya takılı kaldığını düşündüren bir düğüm.

Bakir tabiat bizde haşyet uyandırır. Göğe doğru yürümüş ağaçlar, yalçın dağlar, gökte gezinen bulutlar, hayvan izleri, bir yerde kaynayıvermiş küçük bir pınar. Bütün bunlar, bizim denetleyemediğimiz bir dünyanın parçaları olarak bizi güçsüz ve dayanıksız kılar. O suyun orada, hesapsızca ve görünür bir fayda sağlayamadan akıp gitmesi bizi tedirgin eder. Ama aynı zamanda o suyu akıtan bir kurgu karşısında bizde haşyet uyandırır. O hayvan izleri, benim tamamen habersiz olduğum bir gerekçeyle, oralarda bırakılmıştır: Bir ağaç kabuğuna takılı kalan tüyler, bir yeşil sürgündeki diş izleri, küçük hayvanların kabarttıkları toprak. Bütün bunlar sebepsizce güzeldir. Bütün bunları açıklayamam. Bu durumsa beni çaresiz bırakır ve beni o anda yapmam gereken tek şeye, haşyet ve temaşaya mahkum eder.

Benim şelaleye ulaştığım dakikalarda, bir otobüs de şelale kenarında mola verdi. Bir tür teyze ve abla otobüsüydü bu. Göz açıp kapayıncaya kadar, şelaleyi izlemeye çalıştığım kıyı, onların endişeli ve gürültücü sesleriyle doldu. Ama o da ne? Orada, o tabiat içinde beklenmedik bir infilak gibi bütün dikkatlere el koyan, bütün dekorun odağına yerleşen o büyük, o görkemli, o çılgınca güzel suya neredeyse bakmıyorlardı. Yani tabi ki bakıyorlardı ama adeta görmüyorlardı. Büyülenmiş gibi değil, üzerine titredikleri bir huşu halini korur gibi değil, konuşunca karşılarındaki güzelliği çatlatmaktan korkar gibi değil, telaşlı, ihtilaçlı, havaleli gibi davranıyorlardı. Hemen hepsi zaten ellerinde hazır tuttukları cep telefonlarıyla, acele ve panik içinde, sanki suyun akmasına duydukları bir öfkeleri varmış gibi, suyu dondurmak ve susturmak ister gibi fotoğraflar çekmeye başladılar. Birbirlerini ite kaka, o kıyıda selfi çekmek için yer kapmaya çalışıyorlardı. İkişerli üçerli gruplar oluşturuyorlar, suyun önünde fotoğraf çektiren grup bekleyenler tarafından habire uyarılıyordu. Suyu görmeye değil ama kendilerini suyun önünde görmeye geldikleri açıktı. Hatta belki de kendilerini suyun önünde görmekten daha önemlisi, suyun önünde göstermekti.

Bu olan biten karşısında düştüğüm dehşeti ve şaşkınlığı pekiştiren şey, bütün bu temaşa ve haşyetten yoksun kargaşanın orta yaşlılar ve yaşlılar tarafından, tabiata bakmayı ve hayret etmeyi öğrenememiş bir grup genç değil, aslında bunu belki de öğrenmiş ama unutmuş, unutmak için de gayret eden bir grup yetişkin tarafından yaratılması oldu aslında.

Kayıt altına alamadıkları bir güzellik tarafından tedirgin edilenlerin artık sadece gençler olmaması gerçeği tarafından tedirgin edildim. Böyle.