Karadağ’da iki cami hikayesi

Nizam Camii

Nizam Camii

Birkaç aileyiz. Çocuklarımızla birlikte sayımız 25. Srebrenitsa’nın 21. yıldönümünde, 11 Temmuz günü geçtiğimiz 11 Temmuz’dan bu yana kimlikleri tespit edilmiş 100 kadar Müslüman evladının cenazesini defnetmek için Srebrenitsa’ya yola çıktık. Sıkıştırılmış ama anlamlı bir balkan turuna çevirmiş durumdayız seyahatimizi.

İlk durağımız Karadağ.

Karadağ’ın başkenti Podgoritsa’ya iniyor uçağımız. İlk olarak Tuzi’de olmayı arzu ediyoruz. Tuzi; Fatih Sultan Mehmet Han’ın balkanlarda yaptırdığı ilk cami olan Nizam Camii’ni ve o günden Osmanlı’nın çekilmesine kadarki süreçte şehit olanlara ev sahipliği bünyesinde barındıran küçük kasaba.

Tur şirketlerinin normal program akışları içerisinde pek yer almayan bir yer burası. Özel istekte bulunursanız programa koyuveriyorlar. Biz de öyle yaptık.

Ne şoförümüz ne de tercümanlığımızı yapmak için ekibimizde bulunan arkadaşımız şehitliğin ve caminin yerini bilmiyor. Daracık sokaklarına giriyoruz Tuzi’nin. İşin içinden çıkamayınca karşı istikametten gelen bir araca el edip soruyorlar şehitliği ve camiyi. Adamcağız heyecan yapıyor ve beni takip edin diyor, dediğini yapıyoruz. Şehitliğin kapısına kadar götürüyor bizi. Ama kapı kilitli. “Bekleyin” diyor, “sakın bir yere ayrılmayın, ben hemen açtıracağım burayı.” Yanımızdan ayrılıyor. Çok geçmeden Kemal Amca bisikletinin arkasında torunu olduğu halde geliyor yanımıza. Kapıyı açıveriyor.

1931 yılına kadar buradaki cami kesintisiz hizmet etmiş Müslümanlara. O yıl gelip yakmış ve yıkmış gavur. Kemal Amca’nın o tarihte belediye başkanı olan dedesini de öldürmüşler. Bütün bu hikaye bir Kadir Gecesinde yaşanmış üstelik.

Gel zaman git zaman TİKA yetkilileri gelmiş Tuzi’ye. Hem şehitlik hem de cami aslına uygun olarak restore edilmiş ve 2010 yılında bir Kadir Gecesi hizmete açılmış.

Kemal Amca bu hikayeyi anlatırken, heyecanlanıyor, yerinde duramıyor, zaman zaman yutkunuyor ama TİKA geldi yaptı derken gözleri parlayıveriyor.

Her şey çok güzel olmuş doğrusu. Caminin mimarisi, bir Adriyatik dağına yaslanan doğallığı, mavi göğe tutunan minaresi… tarifi imkansız. Her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi kararında, ne eksik ne fazla ve en çok dikkatimizi çeken ise temizliği.

Kemal Amca’nın şehitlikte medfun dedesini de ziyaret edip yola düşüyoruz yeniden. Bizi yoldan alıp buraya kadar getiren Boşnak da sokakta çıkışımızı bekliyor üstelik. Sarılıyor ve yeniden gelmek üzere ayrılıyoruz. “Vidimo se” diyor Kemal Amca (görüşürüz) ve Allahimanet diye de ekliyor akabinde.

Karadağ denince akla gelen iki şehir Kotor ve Budva’yı gezip Ortaçağ, Hristiyan mezhepleri, paranın şehirlerde birikim serüveni, uzun soluklu tarihi yapılar, estetik, dar ve serin sokaklar, Avrupa tarihi, köklü aileler, üretilmiş efsaneler ve korkutan hurafeler konusunda derinlemesine bilgilerle donandıktan sonra istikametimizi Arnavutluk sınırına doğru çeviriyoruz.

İyi de burada geçirdiğimiz onca vakitte ne bir cami gördük ne de bir çeşme. Namaz akla düşünce abdest alma telaşı da oluyor tabi. Ama ne mümkün. Oraya bak yok, buraya dön yok. Dubrovnik istikametine gidiyor olsak Herceg Novi’yi bulup bu ihtiyacımızı bu Müslüman şehirde gidereceğiz, ama istikamet ters.

Selimiye Külliyesi

Selimiye Külliyesi

Yıkayamadığımız meyvelerimizle aracımıza doluşuyoruz. Rehberimize 45 bin nüfusunun 12 bin kadarının Müslüman Boşnak ve Arnavutların oluşturduğu Bar şehrindeki camilere bakmasını söylüyorum. Bir kısa araştırmadan sonra Bar’da geçen yıl yapımı tamamlanmış Selimiye Külliyesi’nin varlığından haberdar oluyoruz.

Ekip yorgun, çoğunlukla gözler kapanmış. Ve bir Müslüman mezarlığı derken o muhteşem eserin çifte minaresini buluyoruz karşımızda. Uyananların yüzlerindeki gülümsemeleri anlatmak imkansız.

Geniş bir otoparka park ediyoruz aracımızı. Tuvaletler hemen orada işte. Abdesthana yazıyor kapıda. Pırıl pırıl, su ferahlatıcı, havluları kullanıp hemen oracıktaki çamaşır sepetine bırakıyorsunuz. Ne kadar dua ediyoruz yaptırana anlatamam. “Kim yaptırmış” sorusu dolaşıyor aramızda. Cevap hazır; “Müslümanlar.” “İyi de hangi Müslüman” diyor arkadaşlardan biri, gülüşüyoruz.

Külliyenin birer parçası olan mektebi geçip, toplantı salonlarını, çay bahçesini, avluyu, avludaki şadırvanı görüyoruz ki mermerden Türkçe bir tabelada TİKA adını görüyoruz. Aman Allah’ım!
Caminin mimarisi, dokusu, tezyinatı, akustiği, estetiği, bir İslam merkezi olarak tasarlanışı… Hepsi çok güzel. Namaz bitince camiden çıkmak da istemiyor insan. O kadar acelesi olan, filan yerdeki otele bir an evvel yerleşme arzusundakiler biz değiliz sanki. Zaman geçiyor, geçiyor, geçiyor. Umurumuzda bile değil.

İsmail geliyor yanımıza. O bir Arnavut. Başlıyor Türkçe konuşmaya. “Ben bu caminin hizmetçisiyim” diyor. TİKA’yı anlatıyor, TİKA’yı anlatıyor, TİKA’yı anlatıyor yeni Türkçesi ile. Çay ikram edeyim, kahve için deyince şadırvandaki su sesinin usul usul düştüğü çay ocağına oturuveriyoruz.

Ayrılık vakti geliyor yine.

Böyleyken böyle işte. Balkanlarda iki cami hikayesi ile gündemimiz oluveriyor TİKA. Allah onlardan bin kere razı olsun. Dağları taşları aşalar ama ayaklarına taş değmeye.

*

Aslında niyetim başka bir konu yazmaktı ama olsun. O yazı yine yazılır nasıl olsa. O yazıyı yazmaya beni iten ayet-i kerimeyi alıvereyim şimdilik buraya. Hem bu haftaki yazıyı da anlatır bize biraz;
“İşte siz öylesiniz, diyelim ki, biraz bilginiz olan konuda tartıştınız. Ama hiç bilginiz olmayan konuda ne diye tartışırsınız? Oysa Allah bilir, siz ise bilmiyorsunuz.” Ali İmran Suresi/66

Hayde Allahaimanet!