“Kara Dursun ve Diğer Ankara Söylenceleri”

Yazıp çizdiğimizde, oturup konuştuğumuzda daima yargı cümleleri eşlik ediyor bize. Yargı cümlelerini kurmamızı sağlayan sıcak fotoğraf kareleri ve taze cümleler var ellerimizde. Olan biteni anlamaya işte o son fotoğraf karelerinden ve kurulmuş en son cümlelerden yola çıkarak başlamayı seçiyoruz hepimiz.
Bir mülteci çocuğun ölüm haberi ekranlara düştüğünde, bir siyasetçinin ağzından sansasyonel bir cümle çıktığında, bir yazar düşüncesine ilişkin son cümlesini kurduğunda, bir iş adamı dükkanı kapattığında başlıyoruz konuşmaya. Her şey bir fotoğraf karesine, o son cümleye ya da bir iki dakikalık video kaydına mahkûm kalıyor ve biz büyük yargılara ulaşarak, mültecilerin geleceğine, Türk siyasi hayatının bundan sonraki seyrine, yazarın ifadeleri sonrasında memleketin nasıl bir operasyon yiyeceğine odaklanıyoruz.
Aslında o son fotoğraf karesi, akıp giden hayatın içerisinde verilen sayısız fotoğraf karesinden sadece bir tanesi. O son cümle, kurulmuş, kurulmak üzereyken kurulmaktan vazgeçilmiş, yutulmuş sayısız cümlelerden sadece birisi.
İsmail Kılıçarslan’ın Kara Dursun ve Diğer Ankara Söylenceleri isimli öykü kitabını okurken geldi bütün bunlar aklıma. Şöyle bir sonuç cümlesini alıntılayayım buraya.
“Dursun’u, 92’nin baharında, Karşıyaka Mezarlığı’na, anasının yanı başına gömdük.
Cenaze akşamı babam Kuran okuttu, Eski Garajlar’ın ağır abileri nah işaret parmağım kalınlığında cıgara yaptı, sarı Hüseyin iki damla gözyaşı döktü.
Dişçinin “Sakın bu ilaçları kullanırken alkol alma” demesine aldırmamıştır. Daha doğrusu aldırmıştır da bilirim ben onu. Anası, mahpusluk günler, hele ille de “Ben bunun böylesini nidem baba” cümlesi büyümüştür de büyümüştür içinde. Bir, iki deyip üçten beşe çakmıştır birayı. Belki de kesmemiştir. “En iyisi fiski la” diyerek paraya kıyıp aldığı o berbat Ankara Viskisi’ni açmıştır kendine.
Sabaha karşı da ölmüştür.
Dursun’san ve karaysan ölürsün.
Ya ne olacaktı hikâyenin sonu?”
Şimdi değişik bir şey yapalım ve gazetelerin üçüncü sayfalarına konu olacak şekilde bir haber diline çevirelim bu cümleleri;
“Ankara’da bir vatandaş, diş hekiminin tüm uyarılarına rağmen, doktorunun verdiği ilaçlarla birlikte aşırı derecede alkol alınca hayatını kaybetti.”
Şimdi gelin oturup yargılayalım Ankara’daki vatandaşı; “hak etmiş”, “ oh olsun”, “içmeseymiş”, “belasını bulmuş”, “cehalet işte” ünlemeleri eşliğinde. Nasıl, çok kolay değil mi? Rahatlatıyor da hani insanı. Şimdi geçebiliriz bir diğer haber metnine.
İsmail Kılıçarslan bize güzel bir şey yaparak Kara Dursun’un hayat hikâyesini anlatıyor kitabında. Ve görüyoruz ki, Kara Dursun’un o son fotoğraf karesi hiçbir şey değilmiş. Bir insanın bütün bir hayat hikâyesini bir son fotoğraf karesi üzerinden okumak sureti ile o insana en büyük haksızlığı yapıyoruz aslında. İnsan bir sonuçtan ziyade bir sürecin adıdır bana kalırsa. Bu sürece ilişkin kesitleri zor ama güzel bir üslupla sunuyor İsmail Kılıçarslan. Kara Dursun’un da, Gülsüm’ün de, Şahin’in de, Yusuf’un da, İsmail’in de, Fedai’nin de, Leylant’ın da hikâyelerinden kesitler işte tam da bu anlatmaya çalıştığım çerçeveden ele alınmış kitapta.
Sonuç ve bunun üzerinden gelecek okuması günümüzün popüler mesleklerinden biri oldu artık. Hemen herkes bu mesleğin bir erbabı konumunda neredeyse. Sosyal medyadan, konvansiyonel medya biçimlerinden bir fotoğraf karesi koymayıversinler önümüze. İnanılmaz bir performans gösterisi başlayıveriyor hemen.
Ve ben, tam da böylesi zamanlardayken, sürece ilişkin okuma yapacak hiç kimsemizin edebiyata sığınıyor oluşumuzun anlamlı bir karşılığı olduğunu düşünenlerdenim. Bu bizim çıkış arayışımızın bir parçası olsa gerek.