Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin başını çektiği bir Arap ittifakının, 2015 yılında Türkiye ve İran aleyhine düzenledikleri bir toplantının haberini Yeni Şafak gazetesinden okumuşsunuzdur.
Lübnan asıllı iş adamı George Nader tarafından Kızıldeniz’de bir yatta düzenlenen toplantıya, Suudi Arabistan’ın o zamanki Veliaht Prensi Yardımcısı Muhammed bin Selman, Abu Dabi Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayed Al Nahyan, Mısır’ın darbeci generali Abdülfettah es-Sisi, Bahreyn Veliaht Prensi Selman bin Hamad el Halife ve Ürdün Kralı 2. Abdullah katılıyorlar.
Toplantının gündemi ise, Türkiye ve İran’a karşı yeni bir Arap ittifakı oluşturmak.
Bu bağlamda, Libya’nın da katılımıyla, mevcut Arap Birliği’nin yerine, daha etkili faaliyet gösterecek Körfez İşbirliği Konseyi’nin kurulması, öncelikli olarak geçmişte Türkiye ve İran’la yapılan serbest ticaret anlaşmalarının iptal edilmesiyle bu ülkelerin ekonomik bir kıskaca alınması, Amerika’nın İran’la zaten gerilimli, Türkiye ile de gerilme potansiyeli taşıyan ilişkilerine de yaslanılarak bu ülkelerin uluslararası planda yalnızlaştırılması masaya yatırılıyor.
İlk bakışta bu toplantının düzenlenmesini ve orada tartışılan konuları, bölgenin iki büyük gücü olan Türkiye ve İran’a karşı bir tür korunma refleksiyle izah etmek mümkündür; taşlarını Amerika’nın dizdiği ve sonucunu da yine onun belirlediği yeni siyasi satranç oyununda, hem hatırlı bir taş hem de kimi önemli taşları hareket ettiren kudretli bir el olma çabası, varlığını (devlet statüsünü) sürdürme şartına indirgenerek haklı da görülebilir.
Ancak BAE’nin 8, Ürdün’ün 9, Bahreyn’in 1,5 milyonluk nüfuslarından ve 95 milyon nüfusa sahip Mısır’ın Amerikan ve İsrail güdümünde şahsiyetsizleştirilmesinden, 32 milyonluk nüfusa sahip Suudi Arabistan’ın ancak Amerika’ya haraç ödemek suretiyle mevcut sistemini ayakta tutabilmesinden hareketle baktığımızda, bu ulus devletlerdeki Türkiye ve İran korkusunun gerçekte son derece yerleşik bir tarih korkusundan kaynaklandığı görülebilmektedir.
Çünkü Osmanlı sonrasında İngiltere’nin “parçala, kolay yönet” politikasına bağlı olarak şekillendirdiği o coğrafyadaki ulus devletçikler, bidayetinden beri devlet olma şartını haiz olmadıklarını, yegane güçleri olan kabile asabiyetini değişen dünya ve siyaset şartlarında, korumalarının ve sürdürmelerinin mümkün olmadığını çok iyi biliyorlar.
Yirminci yüzyıldaki emperyal bir gücün izniyle kurulmuş olma gerçeğinin, yeni bir güç tarafından değiştirilebilme gerçeğine bağlı olduğunu, bu durumda bölgenin yükselen güçleri olarak Türkiye’nin ve İran’ın, izalesi ve iptali mümkün olmayan tarihi haklarının öncelikli olarak harekete geçebileceğini düşünüyorlar.
Konunun daha da ilginç yanı, söz konusu yeni oluşuma karşı, kendi kabilelerinin din ve tarih bağı nedeniyle psikolojik düzeyde Türkiye ve İran’a ram olmayı tercihe yakın ve yatkın olduğunu da iyi gözlemliyorlar ki, son tahlilde gizli sömürgelerden başka bir şey olmadıklarının bilinciyle kendilerini onca petro-dolarlarına rağmen huzurlu ve güvenli de hissetmeyen kabilelerinin Türkiye ve İran’a siyasi bakımdan (ümmet irtibatından) açık olmalarından büyük tedirginlik duyuyorlar.
Şöyle ki, “Araplar yüzyıllarca süren siyasal uyuşukluk halinden, önce Amerikalı öğretmen ve misyonerler, sonra Jön Türk devrimi, nihai olarak da I. Dünya Savaşı sırasında Britanya ve Fransa’nın yaltaklanmaları sayesinde çıkmışlardır. Eski güçlü günlerini hatırladılar ve o günlere tekrar dönmek istediler. Batı’dan haklar ve özgürlükler, demokratik hükumetler ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi kavramları öğrendiler. Hazreti Muhammed’in torunlarının önderlik ettiği az sayıda Arap, dünyada kalan en büyük Müslüman devletine, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmaya cesaret ettiler. Osmanlı’nın yerine, diğer bütün bağımsız ülkelerle aynı egemenlik haklarına sahip bir veya daha fazla sayıda devlet kurmayı umuyorlardı. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Türklerini yenilgiye uğratmak için İngiliz ve Fransızlara yardım ettiler. Ama daha sonra Müttefikler Araplara verdikleri sözleri tutmadı. Arapların açıkça çoğunluk oldukları, bağımsız devletler kurma istekleri, bir gün Arap ulusunun eski iktidar ve şanını yeniden yaratacağı yer olan Verimli Hilal topraklarında, muzaffer Müttefiklerce manda rejimleri kuruldu. Bu rejimler gizli sömürgelerden başka bir şey değillerdi. Britanya ve Fransa tarafından iyi yönetilseler, eğitim ve ekonomik kalkınma alanında gelişme kaydetseler bile, Araplar kendi kendilerini yönetmek istiyorlardı. Araplar birleşmek yerine kendilerini birbirlerinden ayrılmış buldular. Hatta Filistin, Arap sakinlerinin geleceğini belirsizliğe terk eden bir kararla Yahudilerin ulusal vatanı ilan edildi. Arap acısının yaklaşık yüz yıl önce kayıtlara geçen kökleri bunlardır.” (Arthur Goldschmist Jr. – Lawrence Davidson, Kısa Ortadoğu Tarihi, Çev.: Aydemir Güler, Doruk Yayınları, İstanbul 2011)
Burada vurgulanan “Arap acısı”, oluştuğu günden bugüne kadar aslında hiç susmayan Arap vicdanından başkası değildir.
Kabile devleti olabilmek için ruhunu satan kimi Arap liderlerin, ödedikleri bu bedel onları bağımsız kılmamış, kendi kendilerini yöneten topluluklara dönüştürememiştir.
Yukarıdan beri üzerinde durduğumuz toplantı bu halin ve bu nedenle biriken devasa sorunların sonucudur.
Bu manada Türk ve İran tarihi, bunlara ihanetlerinin bir fenomeni olarak, zikredilen kabile devletlerinin başlarında Demokles’in kılıcı gibi asılı durmaktadır.