Kâbe yollarından iki hikâye

Uzun zamandır oturup muhabbete dalmamıştık annemle. Dar vakitlere sıkıştırdığımız buluşmalarımızda anlattıklarından farklıydı bu kez anlattıkları. Yemekten sonra demlediğimiz demli çayın, ağzımızda bıraktığı o muhteşem buruk tat gitgide güzelleşiyordu. Önce sıradan başladı her şey. ‘Esra aradı’ dedi annem bir ara, ‘hani Nuh’un Esra’sı’ diye ekleyerek. Umreye gidiyorlarmış, helallik istemişler, selamları varmış. ‘Aleyküm selam’ derken daha annem dalıverdi uzaklara. Bir yandan dalmış, bir yandan çayından yudumluyordu. Babamın anneme ‘mavi’ deyişi gelince aklıma, ‘maviye uzun süre bakmak hüzünlendirirmiş insanı’ dedim. ‘Peki ya beyaz nasıl anne, yorar adamı dediler geçen, doğru mu’ diye sordum. Meseleyi Kâbe’ye getirmekti niyetim. ‘Yok’ dedi, ‘ne alakası var’ bakmaya doyamazsın’. ‘Biz ikinci kattan tavaf yaptık çoğunlukla, yekpare, yekvücut olmuş Müslümanlar simsiyah Kâbe’nin etrafında öyle güzel görünüyorlardı ki, inanamazsın’ derken taşıverdi bir damla gözyaşı. Ne olduysa ondan sonra oldu, sonrası bir yağmura dönüverdi.

Kâbe’nin etrafındaki yapılaşmalara takılınca zihni, Fil Suresi’ni anlattı bize heyecanla. Safa Merve tepeleri arasındaki say ibadetini anlatırken Hacer Validemizin oğlu İsmail ile yaşadığı telaşa gitti aklı. Yaşıyor gibi anlattı, ‘zem! zem!’ derkenki coşkusu öyle sanıyorum ki seneler boyu hayalini kurduğu, zemzemi yerinde içtiği anki kadar heyecan yüklüydü. Annemin hissettiklerinin tamamı gözlerinden taşıyordu kalbimize.

Susarak dinlediğimiz, onun uzun uzadıya, birbiri ardına ekleye ekleye, başından sonuna bir tertibi kaçırmaksızın anlattığı menkıbelerden sonra birden ‘hiç unutmuyorum anneannemin Hac yolculuğunu’ deyiverdi. ‘1965 miydi, 1966 mıydı tam hatırlamıyorum ama…’ diye girdi söze.

Çocukluğumuzun Hacıannesi Habibe Hanım, dedemiz Mahmut Bey, oğulları Hikmet Bey ve gelinleri Ürküş Yenge, Özdemirler’in otobüsü ile çıkmışlar yola. Haftalarca sürmüş yolculuk hazırlıkları. Konu komşunun, eş dostun ziyaretleri, gelen herkesin o büyük merakı, bilinenlerin paylaşılması, daha evvel gitmişlerin tavsiyeleri, paketlenmiş tarhanalar, küplere basılmış kavrulmuş etler, sele zeytinler, kavanozlanmış kuru gıdalar… Uzun ve meşakkatli bir yolculuk tabi bu.

Bursa’dan yola çıktıktan sonra, ilk olarak Şeyh Edebali’nin Bilecik’teki türbesine uğramış kafile. Sonra Konya Mevlana Türbesi, Urfa balıklı Göl, Hatay Habib-i Neccar Camii derken geçmişler Suriye tarafına. Halep, Humus ve Şam’da sayısız yer gezdikten sonra Bilal-i Habeşî Türbesini ziyaret edip Ürdün’e geçmişler. Annem tam bunu söylemişken, birden ‘aaaa.. muallak taşını da anlattığını hatırlıyorum anneannemin’ dediğinde ben ‘Kudüs’e de mi gitmişler?’ diye sordum. ‘Olabilir’ dedi, ‘yarım asır geçti üzerinden şimdi pek hatırlamıyorum’ diye ekleyerek.

Uğradıkları her yerde hatıra biriktirmiş kafile, döndüklerinde herkese anlatabilmek için. Şehirlerin, camilerin, ovaların, yol boyunca tekrar tekrar okunan tekbirlerin, salavatların, ilahilerin, Kur’an tilavetlerinin, başka yörelerin güzel insanlarının, güzergahtaki yerleşim yerlerinde kendilerine kurulan sofraların büyüttüğü koca bir hatırata dönüşmüş bu kutlu yolculuk.

Amman’da şiddetli sağanak yağmura yakalanmalarının akabinde çöle düşmüş kafile. Niyet Tebük üzerinden Medine ve dünyanın kalbi Mekke…

Çöl yolculuğu bütün bir yolculuk hikâyesinin en meşakkatli kısmını oluştururmuş o zamanlar. Yoldan çoğu zaman farkında olmaksızın çıkan otobüsler çoğunlukla çöl kumlarına saplanırmış. Otobüslerin tavanında ya da bagaj kısımlarında uzun direkler/kalaslar bulundururmuş şoförler. Kalaslar böylesi durumlarda tekerleklerin altına döşenerek otobüsün kumlardan kurtulması sağlanırmış.

Bizimkiler önce, birkaç otobüs halinde ilerleyen kafileden kopmuş, sonrasında yolu kaybetmişler çölün ortasında. Bir süre kum üzerinde gittikten sonra, iyice yavaşlamış otobüs. Derken kuma saplanıp oldukları yerde kalakalmış. Saatler süren uğraş sonunda, kalasların yardımıyla çıkarmışlar otobüsü kumlardan ama bu sefer de yolu bulamıyorlarmış. Bir türlü yola koyulamayan kafilenin başkanı Hocaefendi ‘kaldık burada, yapacak bir şeyimiz yok, herkes dua etsin’ deyivermiş yolculara.

Yabancısı olunan bir durum tabi, kısa süren şaşkınlık havası yerini sükûnete bırakmış. Herkes duaya durmuş.

Birden bir şey oluvermiş;

Bir kuş görmüşler. Kuş, bir otobüsün üzerine konuyormuş bir otobüsün önüne doğru yere konuyormuş. Bir yukarıya bir aşağıya, bir yukarıya bir aşağıya… Telaşla ama sürekli bir şekilde tekrarlıyormuş kuş bu hareketleri. Kuşu seyre başlamışlar. Kafile başkanı ‘rehberimiz geldi galiba’ demiş. Kafileyi bindirmiş otobüse. Bu arada kuş bütün bu hareketleri tekrarlayıp duruyormuş. Otobüsü kuşa doğru sürmüş şoför. Kuş önde otobüs arkada, derken çıkıvermişler yola. Kuş, kafileyi yola koyduktan sonra kaşla göz arasında gözden kayboluvermiş.

Annem defalarca dinlemiş bu hikâyeyi Hacıannemden. Her seferinde aynı heyecanla, her seferinde ağlayarak.

‘İşte bu böyle bir Hac yolculuğu’ dedikten sonra ‘şimdi size bir başka Hac yolculuğu hikâyesi anlatayım madem’ derken başındaki yazmanın ucuyla gözlerinin yaşını siliyordu annem.

O yeni hikâyeyi anlatmaya başladı tabi ama ben size o hikâyeyi aktarmadan evvel biraz rahmetli babamın son yıllarından bahsetmeliyim.

Babam 1994 yılındaki o meşhur krize fena bir şekilde yakalanarak sahibi olduğu Fikir Yayınları’nı kapatmak zorunda kalmıştı. Bir Bağ-Kur maaşı, baba dostlarının her türden unutulmaz desteği ve toplam yedi nüfustuk o zamanlar. Zorluklar hayli yormuştu babamı. Derken bir hastalık isabet etti babama. Önce görme yetisini yitirdi, sonra vücudunu kullanışında yavaşlamalar başladı. Ve eş zamanlı olarak hafıza kaybı baş gösterdi. Hepsi zordu gerçi ama hayatının tüm safhalarını fikri üretimle geçirmiş bir insanın son kaydettiklerinden başlayarak geriye doğru tüm hafızasını yitirmesi her şeyden zor gelmişti hepimize. Her gün gittiği işyerini, bindiği minibüsü, bakkalı, köşedeki manav Halo dayıyı, komşularını, arkadaşlarını, okuduğu kitapları, evlatlarını, eşini, yaşadığı yeri, evini, yemek yemeyi, su içmeyi unutan adam ne namazını unutuyordu ne de abdestini. Mesela, babam ‘haydi camiye’ diyordu ama ne mümkün. Yere gazete kağıtlarını seriyorduk, getirdiğimiz ayakkabılarına dokunuyordu, ayakkabılarını giydiriyor ve evin içinde bir iki tur attırıyorduk. ‘Camiye geldik baba’ deyip çıkartıyorduk ayakkabılarını. Sonra cemaat yapıp namaza duruyorduk. Kendince saf tutuyor cemaate uyuyordu işte. Durum 11 yıl boyunca bu minvaldeydi. 2005 yılı Ocak ayının 15’ine gelene dek sürdü bu. Allah rahmet etsin, Allah ondan razı olsun.

‘Babanızın/dedenizin hacı olduğunu biliyor muydunuz siz’ diye sordu annem. ‘Babam Hacca mı gitti’ diye şaşkınlıkla cevapladım annemi. Manalı bir gülüşle ‘dur’ dedi, ‘anlatayım’.

Bir gün, o hiçbir şeyi hatırlamayan, gündelik ihtiyaçları kendisinin hatırlamasına gerek kalmaksızın ailesi tarafından giderilen babam birdenbire ayaklanmaya yeltenmiş ve anneme seslenerek ‘Nimet, haydi’ demiş, ‘haydi!’ Şaşırmış annem ama bakalım ne yapacak diye de izlemeye ve koluna girerek kendisinin pek de bir anlamı olmayan ani, heyecanlı hareketlerine yardımcı olmaya çalışmış. Kendisini zorlayarak sanki bir yere doğru gidiyormuşçasına, ‘ııı ııhhh’ diye diye zorlanarak, kan ter içinde ileriye doğru adımlar atmış. Sonra birden gözlerini fal taşı gibi açarak, ‘bak işte geldik Nimet! Bak işte Kâbe Nimet, bak işte geldik Nimet!’ diyerek başlamış hüngür hüngür ağlamaya rahmetli. Babam, dilinin müsaade ettiğince tekbirler getirmeye çabalayarak gülümseyen gözleriyle ağlamaya koyulmuş. O ağlamış, o ağladıkça annem de ağlamış.

Annemin gözleri yine kıpkırmızıydı bunları anlatırken. ‘Halüsinasyon mu bu, hayır, bence o an gitti o, işte baban da böyle Hacı oldu oğlum, babana da böylesi nasip oldu’ dedi annem.

Bu iki hikâyenin üstüne ‘aşk kalmadı oğlum artık, ruhunu aldılar her şeyin’ cümlesini kuran annem ‘şimdi gezmeye gidiyorlar oralara, oralarda kutsal olan ne varsa kendilerine arka plan yapıp fotoğraf/video çekmeye gidiyorlar, her şey ne kadar da tuhaflaştı, nerede o anneannemlerin hac yolculuğu nerede o babanın hac özlemi, her şey ne kadar da anlamsızlaşıyor gittikçe, bu kadar çok, her sene her sene umre mi olur’ cümlelerini birbiri ardına bağlayıp peşi sıra sıraladığında ben, çoktan bambaşka yerlere dalıvermiştim.

Bu iki hikâyeye ister inanın ister inanmayın sonuç aslında değişmeyecek. Çölde birdenbire ortaya çıkıveren bir kuş Kâbe yollarında kuma saplanan bir otobüs dolusu insana yol göstermiş olsun veya olmasın, hayatındaki her şeyle onları bir tuhaf yele salıverip vedalaşmış bir insan bir an gelip de karşısında buluverdiği Kâbe’ye gitmiş olsun veya olmasın mevzu aslında aynı yerinden ele alınmalıdır diye düşünüyorum.

Teslimiyet ve temsiliyet arasında esaslı bir ilişkinin varlığına inananlardanım. Hangi pozisyonda olursanız olun, nerede bulunursanız bulunun, neyi söylüyor oluşanız olun neye teslim olmuşsanız onu temsil ediyorsunuzdur. Hakikate teslim olmuşlardan olmak var bir de dünyanın aldatıcılığına teslim olanlardan olmak var.

İnsanoğlunun dünyevî anlamda yaşadığı/yaşamaya devam ettiği büyük değişimden payını alan Müslümanların içine düştükleri bir tuhaf durumdan söz etmeliyiz her halükârda. Bilmem farkında mıyız ama sürekli bir şey eksiliyor bizden, sürekli kaybediyoruz.