Geçmişte bu sütunda yer alan “Siyasette ittifak vatanda ittihadı güçlendirmelidir” başlıklı yazımızda, AK Parti ile MHP arasında tesis edilen ittifakın, gündelik siyasi konularda değil ancak vatan meselesinde geçerli olması gerektiğini belirterek, ilgili gerekçemizi şöyle dile getirmiştik:
“Milli mutabakat’ın ürettiği suni rüzgarla, daha şimdiden Kürt kardeşlerimizin kimi işgüzarlarca ‘millilik’ vasfından tart edilmeye kalkışılması, en azından bu yönde bir psikolojik geriye itme teşebbüsünün uçlanmaya başlaması, konu edindiğimiz ittifakın / mutabakatın doğal sonucu olarak görülse de, vatan sevgisinin, istiklal azminin ve uhuvvet içinde birlikte var olma ahdinin görüngüsü olan ittihadın zararınadır. İttihadın zararına gelişen ittifaklar ise Türkiye’nin milleti nezdinde makul, makbul ve muteber olamaz.”
Nitekim geçtiğimiz günlerde, “and” konusunda Danıştay’ın verdiği siyasi kararla, AK Parti ile MHP arasında belirginleşen “köklü görüş farkı”, bizim söz konusu kaygıdaki isabeti pekiştirdi. Neyse ki, vatan meselelerinde ittihadı tehdit etmeyen malum ittifak geriye itilerek, sorun iki parti arasında şimdilik halledilmiş oldu.
“Köklü görüş farkı”yla, iki parti arasındaki karşılıklı siyasi restleşmelerin ötesinde kastettiğim şudur:
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden sonra, devletin istiklali, devlet yönetiminin istikrarı bakımından AK Parti iktidarına verdiği takdire şayan destek, kendi siyasi gerçekliği dışında başka bir şeye yorulamaz. Diğer bir söyleyişle Bahçeli’nin bu tutumu onun sorumlu devlet adamlığı vizyonunun ötesinde, özellikle dünya görüşündeki farklılaşmaya asla ve asla bir delil teşkil etmez. Dolayısıyla, MHP’yi yaratan dünya görüşü ile AK Parti’yi yaratan dünya görüşü kendi menzillerinde, kendi hüviyetleriyle akmaya devam eder.
Şu örneğin, zikrettiğim farkı anlatmaya yeterli geleceğini sanıyorum:
Mersin’de “vakıf adam” sıfatına layık olarak yaşayarak Rabbimizin rahmetine eren önemli isimlerden biriydi, İdris İnanoğlu.
Yiğit bir ülkücü, kavi bir Müslümandı. 12 Eylül darbesine çıkan o meşum iç savaş günlerinde, Yüksek İslam Enstitüsü çıkışlı bir öğretmen olarak Adana ve Hatay’da büyük mücadeleler vermiş, bunun bedelini sorgulanarak, tutuklanarak ödedikten sonra, soyadını değiştirerek Mersin’e yerleşmişti.
Dürüst, çalışkan bir iş adamıydı aynı zamanda. Kendini din ile tanımlayan tüm kurum, kuruluş ve cemaatlere yardım etmede son derece gayretkeş biri olarak halk tarafından da sevilir ve saygı duyulurdu.
Bu özelliklerine rağmen, onun popüler siyasetin dışında durmasına (o günkü kafa yapımla) gönlüm razı olmadığından, neden siyasete girmediğini sordum kendisine bir gün. Hüzünlü bir tebessümden sonra bana şunu anlattı:
“Merhum Başbuğun son yıllarıydı. Senin gibi, siyasetin dışında durma nedenimi anlamayan Ülküdaşlarım, en azından MHP’nin il başkanı olmamda aşırı bir şekilde ısrar ettiler. Ben de nefis taşıyorum, sonunda “olur” dedim onlara ve kendi içlerinden seçtikleri küçük bir grupla, göreve talip olduğumuzu beyan etmek için Ankara’nın yolunu tuttuk.
Genel merkezde merhum Başbuğ ile yüz yüze görüşmeme ramak kala, birlikte gittiğimiz Ülküdaşlardan biri bana “Hocam, Başbuğ ile görüşürken lütfen Yüksek İslam Enstitiüsü mezunu olduğunuzu söylemeyiniz” deyiverdi. Ben de görüşme telaşında onun bu sözünün üzerinde hiç durmadım. Başbuğ ile görüştüm, güvenine ve il başkanı olarak görevlendirmesine mazhar oldum.
Sonra aynı ekip Mersin’e doğru yola çıktık. Yol boyunca, Ülküdaşımın bana söylediği söz içimde bir burgu gibi dönmeye başladı. Yüksek İslam Enstitüsü’nde okumuş olmak ama bunu Başbuğa söyleyememek… Bu nasıl bir şeydi. MHP’nin savunduğu ettiği laikçi, ulusçu devlet açısından baktığımda makul görünse de, benim bedelini fazlasıyla ödediğim vatan ve millet aşkı bakımından bunun izahı mümkün değildi.
Bu düşünce fırtınası içinde Tarsus’u da geçtik. Mersin’in nüfus tabelasını gördüğümde, yol arkadaşlarıma dönüp, il başkanı olmayacağımı kararlı bir dille söyleyiverdim.
Ortam buz kesti. Başbuğ ile görüş, onun tarafından il başkanlığına uygun bulun ama Mersin’e dönerken bundan vazgeç! Olacak şey değildi bu onlar için.
Kararımın nedenini sormalarına izin vermedim, ayrıca bir açıklamada da bulunmadım. Böylece siyaseti, bir daha indirmemek üzere rafa kaldırıp, hayatıma devam ettim.”
Aynı İdris İnanoğlu’na, AK Parti’nin kuruluş günlerinde Mersin il başkanlığı teklifiyle gidenlere söylediği şu sözün de şahidiyim: “İyi de beyler, ben bir Ülkücüyüm; ne kimliğim, ne siyasi bakışım AK Parti’ninkiyle uyumlu değildir. Beni ben yapan şahsiyetimle bana bırakın lütfen.”
“Köklü görüş farkı”yla kastettiğim işte budur. Oysaki merhum İnanoğlu ile örneğin ömrünün bir saniyesinde bile MHP’ye sempati duymamış biri olarak benim aramda da asıl köklü (kökleşmiş) olan şey vatan ve millet sevgisindeki müştereklikti. O imamdı, ben cemaatiydim; o, 28 Şubat’ta Müslümanları büyük bir şevkle İrancı olarak fişleyen Ülkücülerin ülküdaşıydı ama beni Mersin’de himaye eden de oydu.
Merhum İnanoğlu ve şahsım üzerinden verdiğim bu örneğin, MHP ile sürekli siyasi ittifakın geçersizliğine ancak vatan ve millet esaslı ittihada uygunluğuna da emsal olabileceğini sanıyorum.
Herkes kendi yolunda yürümeli ama konu vatan olduğunda herkes yolları tekleştirmeyi bilmeli.