Sevgili İbrahim Karagül, Gerçek Hayat’ta yazma konusundaki tereddütlerimi, “Ne demek yazamam!” şeklindeki demokratik söylemiyle giderdikten birkaç dakika sonra editörümüz Sevda Dursun aradı. İletişim bilgilerini verdi, kelime sınırını belirtti.
Hazır aramışken, Dursun’a “Ne yazacağım?” diye sorarak, kendim için sınırlanmanın vereceği bir rahatlığı sağlamak istedim.
O “Zaten yazıyorsunuz; aynı bağlamda şeyler işte” deyince, depreşen merakımla Gerçek Hayat’ın kendine özgü politikasını ve muhatap kitlesini bilmek istediğimi söyledim ve ondan şu cevabı aldım:
“Yerli ve İslamcı bir Gerçek Hayat”.
“Tamam, çok kolay o zaman” dedim, “Geçen gün Toledo’yu gezmiştim, onu yazayım.”
Dursun, sözümdeki ironiyi anında sezip, gülmek ve susmak suretiyle konuyu taca attı, ama ben “Yerli ve İslamcı” kelimelerine takılıp kaldım.
Hayır, elbette yerlilikle ilgili bir problemim yok.
Bizim bir cihan imparatorluğumuz vardı, iç ve dış düşmanlar onu yıktılar. Sonra, benim dedelerimin de bulunduğu Anadolu yarımadasındaki halkımın başına, dışarıdan kumanda edilen, düşmanını taklit eden ve bizlere onlar gibi yaşamayı şart koşan, bu iyiliğini de başta dilimizi ve dinimizi değiştirmek suretiyle akıl almaz zulümlerle tescil eden seçkin, apoletli, beyaz yöneticiler geçti. Bu nedenle bizler dedelerimizin kanlarıyla sulanmış vatanımızda zencilere, üçüncü sınıf halka dönüştürüldük. Çağdaş muasır medeniyetin güzelliklerinden habersizliğe hüküm giydiğimizden, bey’lik katına hiç terfi edemedik. Çünkü bizler yerliydik.
Yerlilik sanırım bu olmalı. Yani düşürüldüğü durumun farkında olan ve aynı zamanda düşürüldüğü yerden hangi kimlikle ve nasıl kalkacağını bilenlerden oluşan bir topluluk…
Evet, bunu sizlerin de şimdi tanığı olduğunuz gibi, gayet iyi anlıyorum.
Ama şu İslamcılık meselesini anlayamıyorum.
Anlayamayışımın aklımla ilgili bir sorundan kaynaklanmadığından eminim. Böyle olsa, bilakis “İslamcılık da gayetle mühim bir şey olup, olmayınca hiç olmaz” diyerek susmam gerekir.
Çünkü akıl, pragmatist tutumu olumlar; idealle barışmaz ,bu yüzden “salla başını, al payını” telkiniyle, serüvenlere açılabilecek yolları tek başına tıkar.
“O zaman” dedim içimden, “Bu, uygulamalarla ilgili bir husus olsa gerektir.”
“Nasıl yani” diyeceğinizi tahmin ettiğimden, bu kanaatimi (biraz da iletişim diline indirgeyip), bir soruyla sabitleyerek paylaşayım:
“Kim İslamcı?”
Üçüz rezi(l)danslarla Sarayburnu’nun tarihi siluetini yok edenler mi, yoksa o rezildansların dibinde simit satarak rızkını temin etmeye çalışan Yozgatlı Mustafa Dayı mı?
Deveyi hamuduyla yuttuğu sabit olduğu halde, Yüce Divan’a verilmeyen parti bayraktarı mı, yoksa TOKİ inşaatında amelelik yaparken vakit namazlarını iskeleler üzerinde eda etmekten de geri durmayan Batmanlı Şeyho Emmi mi?
Bin bir yalvarışlarla edindiği genel müdürlük makamını gelecekte de (sanki hiç ölmeyecekmiş gibi) işgal edebilmek için Paralel Yapı’nın elemanlarıyla flört etmekten geri durmayan sonradan görme bürokrat mı, yoksa gençliğinde İslam davası uğruna hapse düşen, kazandığı halde canından yana korku duyulduğu için ailesince üniversiteye gönderilmeyip, şimdi evrak memurluğuna talim ettirilen Kırklarelili Fahri Abi mi?
Gezi eşkıya talanına, 17/25 Aralık darbe kalkışmasına gıkını çıkarmayıp, romanlar döşemeye çalışan yazar mı, yoksa kelimelerin kafasını gözünü yarmak pahasına, “Ben yerliyim; müstemlekecilere tekrar boyun eğmektense ölmeyi seçerim” diye kükreyen mütevazı yazıcı mı?
İslamcı olduğunu ısrarla söylediği halde, kalemini Paralel medyaya kiralayarak, Uzaktaki Kara Çukur’u eleştiren Müslümanlara hakaret etmeyi alışkanlık haline getiren büyük abi mi, yoksa şerlilere karşı savaşma gücü olmayıp, ancak buğz edebilmenin mahcubiyeti içinde ağlayarak dua eden seksenlik bir ihtiyar mı?
Babasının, kazandığı bir ihale sonrasında altına bilmem kaç çarpı kaç jeep çektiği vakkosal mücahide mi, yoksa bir belediyenin mutfağında bulaşıkçı olabildiği için sebep olanlara sabah akşam dualar okuyan Fadime Bacı mı?
İstanbul’dan geldiğinizi fark edip, kavruk yüzünü besili yüzünüze yaklaştırarak size Erdoğan’ı soran ve hemen ardından “Great man” diyerek, sağ kolunu havaya kaldıran Filistinli çocuk mu, yoksa “Erdoğan da karışmasın kardeşim artık siyaset işlerine, her konuda konuşmasın, sert sözlerle ortamı germesin, FETÖ’nün bunak liderine laf çakmasın ki oy kaybına uğramayalım” diyen partili şebelekler mi?
Bir ihaleyi kazanabilmek için ne yapması gerektiği hususunda istiareye yatan müteahhit mi, yoksa Makedonya’daki bir Osmanlı çeşmesini aslına uygun olarak restore edebilmek için uykularını terk eden bir mimar mı?
Allah aşkına söyler misiniz, “Kim İslamcı?”
Dolayısıyla biz, hangi İslamcılıkla, hangi İslamcılara hitap edeceğiz?
İşte asıl mesele bu!
Şimdi bunları beyan etmiş olarak, Sevda kardeşime dönüp, Gerçek Hayat’ın politikasının ne olduğunu sorsam, öyle sanıyorum ki bana şu cevabı verecektir:
“Ömer Bey, işte biz bu nedenle İslamcılığı yayın politikamızın şartı haline getiriyoruz.”
Bunun tercümesini ise ben ancak şöyle yapabilirim: At izinin it izine karıştığı günlerde yaşıyoruz. İçinde yer aldığımız coğrafyadaki Müslüman halklar bir ateş çemberinden geçiyor. O halde amuda kaldırılmış düşünceleri, kavramları, kelimeleri… öncelikle ayakları üstüne oturtarak, kötü gidişata müdahale edebilmek, doğrunun doğrusunu yeniden işaretlemek bizim mecburiyetimizdir. Dini ve toplumsal değerleri tahrip edenlere karşı, soruyu ilk soran da, cevabını ilk veren de biz olmalıyız.”
İşte buna itiraz edemem.
“Kelime de Rabbimizin bize layık gördüğü nimetlerden bir nimettir. Düşünebilme nimeti ancak onunla surete büründürülebilir ve ancak bu ikisiyle şeylerden farklılaşırız” derim ve eklerim:
“Hadi o zaman, bismillahivahdehû!”