Gençlerle yaptığım söyleşilerde, sohbetlerde onlara sorduğum bir soru var. Misal, İstanbul’da isem şöyle soruyorum; İstanbul’a en uzak şehir hangisi? Ortamda bulunan gençler arasında şöyle bir hareketlenme oluyor, ‘ne var bunda bilemeyecek’ der gibi bakışmalarla karşılaşıyorum ya da ‘şu şu şehirlerden hangisi olabilir acaba’ cinsinden sorular uçuşuyor havada. Sonra sıra cevapları almaya geliyor. Hakkâri diyenlerle, Kars diyenler çoğunlukta oluyor. Ardahan, Iğdır, Van, Ağrı cevapları ise nispeten daha seyrek geliyor. Sonrasında topu benim önüme bırakıyorlar ve ben onlara bu sefer şunu söylüyorum; ‘Ben size İstanbul’a en uzak şehri sordum. Ben size ‘Türkiye sınırları içerisinde İstanbul’a en uzak şehir hangisidir’ diye bir soru sormamışken, yani sizi sınırlandırmamışken siz neden bütün cevaplarınızı Türkiye sınırları içerisi ile sınırlandırdınız?’ Mesela ben sizden kıtalar ötesinden, okyanuslar aşarak cevaplar üretmenizi beklerdim.’ Eh haksızlık etmiş olmayayım, kimi yerlerde bazı arkadaşlardan Tokyo, Rio ya da Sidney filan gibi cevaplar aldığım da oldu. Ama ekseriyetle vaziyet yukarıda bahsettiğim gibi olduğu için yazımın girişine bu hususu almayı uygun buldum. İsterseniz siz de çevrenizdeki gençler üzerinde bunu deneyebilirsiniz.
Çocuklarımız Adana’nın A’sı, Bursa’nın B’si, Ceyhan’ın C’si, Diyarbakır’ın D’si ya da Edirne’nin E’si dedikçe Bursa’dan, Diyarbakır’dan, Edirne’den koptuğu gerçeği ile karşı karşıyayız aslında. Diyarbakır dendiğinde sahabeyi, Bursa dendiğinde fethi, Edirne dendiğinde ufukları göremiyorlar. Test ve tost dünyasının da bunlarla pek bir işi olmuyor zaten.
Paralel meselesinin memleketi getirdiği nokta itibarı ile büyük sıkıntılar yaşadığımız muhakkak. Zor günler yaşıyoruz. Fitne kol geziyor. Meselenin içinden nasıl çıkılabileceğine dair çokça kafa yoruluyor. Bir çıkış yolu bulacağız elbette, bunun işaretleri de bir hayli kuvvetli.
Lakin paralel çete ile mücadeleyi ‘filanın evinde Fetullah’ın ter kokulu atleti çıktı’, ‘bak bak bak şu videosunda II. Murat’ın kendisini sabah namazına camı tıklatarak kaldırdığını söylüyor’, ‘gözlere bak bak gözlere, fıldır fıldır’, ‘yelpazecisi yakalandı’, ‘O da paralel, şu da paralel, falan da paralel, filan da paralel, lan yoksa sen de mi paralelsin?’ ekseninden çıkartmaz isek yanılanlardan ve kaybedenlerden olacağız.
Adamların yıllar yılı ürettikleri atmosferi soluyoruz farkında değiliz. Çocuklarımız onların merkeze alınması dolayısı ile onların arzu ettiği istikamete kayan müfredata göre eğitim aldılar/alıyorlar, bunun ne kadar farkındayız?
Çocuklarımız onların okullarına gitmemiş olsalar da, onların dershanelerinde sınavlara hazırlanmamış olsalar da durum değişmiyor. Çünkü hem devlete hem de topluma kabul ettirilmiş bir eğitim sistemi var Türkiye’de. ‘Adamlar eğitim alanında işlerini çok iyi yapıyorlar’ yanılsaması ile beraber gittikçe merkeze yerleşen bir konum elde etti Fetullahçılar.
Bu yanılsama zaten başarılı olan öğrencileri bunların müesseselerini tercihe yöneltmiş, bunların müesseseleri diğer müteşebbisler tarafından da (özel girişim, STK vs) müfredat, teşekkül, usul ve üslup olarak taklit edilmiş, devletin okullarında vazifeli öğretmenlerin ve üst düzey bürokratların da ön ayak olması ile kitapları öğrencilere tavsiye edilmiş, kamu tarafından bunların müesseselerindeki başarılı öğrencilere ödüller verilmek sureti ile eğitim biçimleri özendirilmiş, medya vasıtası ile bunların Türkiye ve iller bazında başarılı olmuş öğrencilerinin okul ve dershaneleri ile birlikte reklamı yapılmıştır. Dolayısı ile eğitim sistemimize arızalı ruhlarından ruh üfleyen Fetullahçılar, eğitim sistemimizi de dönüştürmeyi başarmışlardır.
Çoktan seçmeli sınav sisteminin başlı başına büyük bir problem olduğunu görmemiz gerekiyor. Şöyle düşünün, önüne gelen bir dava dosyası ile ilgilenen bir yargıç öğrenegeldiği ‘birilerinin seçtiği seçenekler arasında yine o birilerinin doğru kabul ettiği doğru seçeneği seçme’ sistemini uygulayarak kendisini sınırlamakta ve verdiği kararları da yine aynı usul ile vermektedir. Yani birilerinin doğru kabul ettiği seçeneği seçmektedir. Oysaki bir yargıç, kendisini seçeneklerle sınırlandırmaksızın karar vermeli ve adaleti neredeyse sınırsız bir düzlemden hareketle tesis etmelidir. Daha ilkokuldan itibaren, okuma yazmayı öğrendikten hemen sonrasından başlayarak test usulü ile yetişmiş bir zihnin öğrendiği tek şey sınırlanmaktır.
Ya da mimarların, çoktan seçmeli sınavlarla yetişmiş olması dolayısı ile mesela estetik gibi şıklar arasında yerleştirilemeyecek çok önemli bir mimari unsuru es geçmesi neticesinde ülkemizdeki tüm mimari yapıların birbirine benzemesi örneğini aklımıza getirelim.
Bu yüzdendir belki de bu eğitim sisteminden yetişen insanımızın sanat adına üretimde bulunamıyor olması. Dikkat edilecek olursa, Fetullahçılar arasından ne iyi bir şair, ne iyi bir öykücü yetişmiştir. En iyi ihtimalle edebiyatçıları kiralama yoluna gitmişlerdir.
Aslında, Türkçe Olimpiyatları, işadamlarını dünyaya açma, eğitimcilerinin yeryüzünün tüm noktalarına ulaşması gibi operasyonların da bir başka açıdan zihinsel kilitlenme işlevi gördüklerini de görmemiz gerekiyor.
Sadece test mantığının bizi getirip bıraktığı nokta üzerinden hareketle küçük dokunuşlar olarak değerlendirilebilecek bu yazımın sonucunda şunu söyleyebilirim; netice itibarı ile paralel ile mücadelenin çok daha esaslı bir yerden hareketle organize edilmesi elzemdir. Mevzuyu ıskalamayalım. İşin magazinleştirilerek, sulandırarak, hazır açılmış olan ölüm çukuruna ne var ne yok doldurarak mücadeleyi asıl mecraından başka bir yere taşımak paralel ihanet çetesinin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramıyor. Bu mücadele biçimi de tıpkı eğitim sisteminde olduğu gibi FETÖ müfredatınca üretilmiş bir yöntemdir. Bu da unutulmasın.
Unutmadan; an itibarıyla İstanbul’a en uzak şehirlerden biri de Pensilvanya’dır bu arada, bunca şeyin arasında kaynasın istemem.