Bu garip bir paradokstur: İslamcılar, İslamcı olarak nitelenmekten pek hazzetmezler. Yapılmış ve yapılabilecek bu tür tanımlar Müslüman nitelemesinden daha kuşatıcı olarak görül(e)mez çünkü.
Bir de, Allah’ın ve Peygamberi’nin (sav) kendileriyle ahitleşenlere verdikleri isimler önceliklidir; edep, onları esas almayı, öncelikli olarak onları kullanmayı gerektirir.
O halde İslamcılık adı nereden çıkmış ve nasıl istenilmezken üstlenilen bir terim haline gelmiştir? Bu konuda detaylı olarak düşünmek, araştırmada bulunmak gerekir.
Bugün birilerinin tek kalemde “İslam devleti” ilan ediverdikleri Osmanlı’da doğurtulmuş bu terim. Hem de “İslam devletinde İslamcılık nasıl oluyor?” diye sorulmaksızın.
Kimler tarafından doğurtulmuş derseniz: Müslüman oldukları halde, Osmanlı’nın kurtuluşuna İslam’ın içinden değil, Batıcılıktan, ırkçılıktan tedbirler oluşturmaya çalışanlar ve dolayısıyla bu bağlamda gönüllü bir ayrışmaya teşne olanlar tarafından doğurtulmuştur. Terimle ilgili, doğrudan inanca ve kimliğe taalluk eden ilk sıkıntılı (ayrıştırmacı) durum da buradan kaynaklanmıştır.
Elbette İslamcılar gökten zembille inmemiştir; toplumun içinde yaşayan, devletin çeşitli kademelerinde, sivil örgütlerde iş gören isanlardır. Öyle ki, bir zamanlar Abdülhamit Han’ı devirmek isteyen şer şebekesinde, devlet batıran şövenistler, maceraperestler topluluğunda (kısa adıyla İT’de) yer alanları bile olmuştur.
Bu nedenlerle İslamcılığı, “Genelde insanların, özelde Müslümanların problemlerine Din’in içinden irfanî bir tutumla çözümler üretme eylemi” şeklindeki tanımlamak daha uygun düşmüş ve zaten Kemalist devletin yapılanmasını takiben İslamcılar da devlet ile olan mesafelerini bu tanımın içinde durarak belirlemişlerdir.
Nedir bu mesafenin mahiyeti?
“Çok kötü yönetilen, vatandaşlarını inançları ve ırkları üzerinden ikinci, üçüncü sınıf insan ilan eden bir devlette yaşamak, vatansız kalmaktan iyidir” hükmünce, Cumhuriyet devrinin ilk İslamcıları, iyi ve adil devlet sorununa zihin yormayı bırakıp, dindarlıkları nedeniyle horlanan, dinleri konusunda zihinleri karıştırılan ve eksik-kaçak da olsa bulundukları din üzere ölmeyi ve defnedilmeyi arzulayan Müslümanlarla hemhal olmayı tercih ettiler.
Devlet Kur’an okumayı yasakladı, onlarsa çocuklara şehirlerde bodrum katlarında, kasaba ve köylerde samanlıklarda Kur’an öğrettiler.
Mevta sahiplerinin, dört gözle cenaze namazı kıldıracak birini bekler duruma düşürüldükleri zamanlarda, onların imdadına yetiştiler.
Tekkeler ve zaviyelerin kapatıldığı, derviş olmanın ve Allah’ı zikretmenin yasaklandığı günlerde, kendilerine erişebilenleri fısıltılarla da olsa irşat etmeye devam ettiler.
Elleri kalem tutanlar, İslam’ı tahrif ve tahfif etmeye yeltenen kitaplara, ansiklopedilere karşı, İslam hakkında doğru bilgileri içeren kitaplar, dergiler, gazeteler yayımlamaya yöneldiler. Devlet, toplumsal hayat için gerekliydi ancak yeni devlete karakterini veren Kemalizm’in İslamcılar tarafından olumlanması mümkün değildi. Bu ayrım yeni zamana “Kemalizm=devlet” somutluğuyla intikal ettiği için ’70 kuşağının İslamcıları, devletle Kemalizm’e aynı mesafeyi uyguladılar ki, bu, günümüzde “hani sizler devlet karşıtıydınız?” şeklindeki eleştirilerin nedenini oluşturdu.
’80 kuşağı ise, İhvan ve selef merkezli çeviriler yoluyla İslam’ı daha siyasal bir tutum içinde öğrenerek, yorumladılar. Madem ki devlet Osmanlı’nın bakiyesiydi ve madem ki iktidarlar partiler yoluyla belirlenebiliyordu o halde Kemalizmle neden bu yolla mücadele edilmesin, devlet Kemalistlerin elinden neden bu yolla kurtarılmasındı?
Üstelik, Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının 70’li yıllardaki ilgili denemeleri, daha sağlam vaatlerle, daha yetkin programlarla, daha büyük kitleleri kucaklamakla, sadece mütedeyyin esnafa değil, daha geniş ölçekli sermaye sahiplerine ulaşmakla bunun olabileceğini göstermişti. Bugün “siyasal İslam” olarak nitelenen çıkışın kaynağı da ezcümle buydu.
Tek Parti devrinden sonra, Müslümanların maruz kaldığı en büyük zulüm olan 28 Şubat, Müslümanları hesaba katmayan bir yönetim ve siyaset inadının son teşebbüsüydü.
Devlet, bu post-modern darbeyle Müslümanları harcamaya uğraşırken ekonomiyi, siyasi istikrarı, toplumsal barışı, vatan-millet uyumunu da harcamış, “Lozan’la bir yüzyıl kazandık” diyen lanetli despotun tahminlerini doğru çıkarmıştı; bu tutumla gidilirse devletin ilk yüzyılını bile tamamlayamayacağını iyiden iyiye anlamıştı.
Çünkü devlete inanmasa da millete inanmış becerikli, iş bilir kadrolar İrancı, tarikatçı damgalarıyla devlet kadrolarından tasfiye edilmiş, aklı başında, ideali tutarlı, yürüyüşü aydınlık bir genç kuşak dindar, başörtülü oldukları gerekçesiyle adeta yaşama hakkından mahrum edilmişti.
AK Parti bunlardan doğan acıların, itirazların ve hak arayışlarının üzerine doğdu ve başarısı hangi maddi gerekçeyle, sosyolojik tezle açıklanırsa açıklansın gerçekte hakları gasbedilmiş, geleceklerine ipotek konulmuş, suskunluğa mahkum edilmiş insanların kendilerini ifade etme gayretleri ve duaları üzerine kuruldu. Öte yandan bu, hayat damarlarının çoğu tıkanmış olan sistemin de arzusuydu.
Bu süreçte İslamcıların AK Parti’nin dışında olmaları beklenemezdi. Siyasi kadroda yer alabilenleri siyasetçi, o kadroda bilinçli olarak yer almayanları ise yeni hareketin en kararlı ve istikrarlı destekçileri olarak öne çıktılar.
İktidar olmak aynı zamanda bir imtihana tabi olmaktı. Erdoğan ve arkadaşlarının bugün de bunun bilincinde olduklarından kuşku duymak zordur. Ancak bu imtihanda durumları sarpa saran İslamcılar oldu.
Çünkü bu imtihanda devlet hizmetinde devletçi, iktidar nimetinde nasiplenen, erişilen gücü güçlülerle paylaşan ve müstazafları ihmal eden, Müslümanların yönetici olduğu bir ortamda eleştiriyi ihmal eden olup olmama gibi çok şıklı soruların asıl muhatabı herkesten önce onlar olacaktı.
Bu hikaye burada bitmez; üstelik yaşarken yazılan bir hikayedir bu.
O halde izleyen yazımızda devam edelim inşallah.