İşin ilahiyat tarafı

 

Türkiye olarak hep daima acil meselelerle uğraşmak zorunda kalmak ve bu meselelerin her zaman hayatiyetimize ilişkin olması sebebiyle, karşılaştığımız meseleler için yeterli derinlikte ve vüsatte izah çerçeveleri oluşturamadığımızı söyleyelim. Acil meseleler için aynı aciliyette açıklamalar yapıyor; spontane geliştiğini sandığımız sorunlar için yine spontane çözümler arıyoruz. Bu yüzden, bir hayat görüşünden neşet ettiği anlaşılmayan izahlarımız, bir istikameti varmış gibi görünmeyen önerilerimiz var.

Şu son 15 Temmuz darbesine bakalım. Çoğu analizin çapa attığı derinlik, önümüzdeki bir seneyi kuşatamayacak sığlıkta. Türkiye’nin bir istikameti var mı? Türkiye nasıl bir insan tipini imal etmek istiyor? Bu ülkeyi birlikte nereye götürelim? İşte bu asli soruların izlerini sürebileceğimiz çözümler, tahliller, yorumlar dinlemek istiyor gönül.

Siyasi, askeri ve bunlarla murtebit olan sosyolojik izahlar dinliyoruz, sanırım uzun bir süre daha dinlemeyi sürdüreceğiz. Ama önümüzde bunların yanı sıra, nihai olarak ilahiyata dair bir mesele duruyor. Bir grup insanı bir cemaat haline getiren ve yine onların bu raddede bir taşkınlığa ulaşmasını temin eden teolojik bir zemin var. Bu zemini besleyen bir retorik ve yorum biçimi var. Bu dilin dolaşımını sağlayan araçlar var. Simgelerle ve göndermelerle şekillenen bir idrak inşası var. Bir gizlilik ve bu gizliliğin sebebi, suretleri, dini gerekçeleri var. Ve bütün bunları besleyen bir istidlal, yani dini kaynaklarla delillendirme, temellendirme ameliyesi var. İşin bir tarafı kelami, bir tarafı usul-i fıkıhla ilgili, bir kısmı İslam Tarihi’nin manipülatif bir okumasına bağlı. Yani olay, temelinde bir ilahiyat olayı.

Şunu deyip kurtulmayı hepimiz isterdik: “Amerika’nın kurdurduğu kırk senelik bir örgüt darbe girişiminde bulundu.” Şayet bu örgüt dini, hatta “dinci” olmasaydı; bu örgüte rengini veren hayat görüşü din ile asla izah edilemeyecek biçimde olsaydı; bu örgütün mensupları gündelik dini ritüellere titizlik göstermiyor olsalardı, olayı izah etmemiz daha kolay olacaktı. Oysa, Müslüman bir ülkede, Müslüman bir milletin ihtiyacı olan şeyi, yani onun yüzyıllık travmasıyla baş etmesi için gereken bir hamleyi vadeden bir örgüt bu karşımızdaki. Yani onu inşa edenler (görünüşte de olsa) dini ve milli olanlar dışında bir amaç serdetmediler, bu sebeple intisap edenler(in ekserisi) de, dini ve milli olmayan gayelerle peşlerine takılmadılar.

“Amerika kurdurdu.” Kabul. Ama yaygınlaşmasını dini bir retorik, dini bir külliyat, alnı secdeli insanlar gerçekleştirdi. Süreçler, cemaatle kılınan namazlardan sonra yapılan, gözyaşlarının silindiği tesbihat meclislerinin ardından kotarılan toplantılarda şekillendi. Bu örgütün muhatapları, mensupları Müslümandı. Üstelik bu derece bir kitleye ulaşması, örgütün kullandığı dilin bütün bütün marjinal olmadığını, en azından ana akım Sünni söyleme eklemlenebilecek bir aşinalık, bir orta yolculuk sergilediğini gösterir.

O zaman meselenin düğümü dinle epey ilgili. Dinin temsil edilmesi ve öğretilmesiyle ilgili. Kullanılan din diliyle ilgili. Dünyayı okurken kullanılan dini argümanlarla ilgili. Tarihten çağırılan dini misallerin günümüze uyarlanmasıyla ilgili vs. Bunu, bu şekilde sıkıcı olmak pahasına mükerreren tespit etmek şunun için önemli: Bu önümüzdeki örneği çözümleyebilir, hiç de azımsanmayacak bir insan kitlesini sürüklemiş bir yapının dinle sosyolojinin kesiştiği eşikte kurduğu dili ve mantığı tahlil edebilirsek, yeni kazaların yaşanmasını önleyebiliriz.

Bunun üzerine tefekkür etmek için kalkış noktası olabilecek bazı sorular soralım:

1) Bu yapının sıkça kullandığı sözel ve görsel dağarı nereye oturtabiliriz? Özellikle şirket isimlerinde (samanyolu, cihan, burç, ışık, gökkuşağı, feza, sabah vb) ve genel olarak tasarım unsurlarında göze çarpan kozmik öğeleri nasıl okuyalım? Geleneksel dini sanatların hep bir dolayım üzerinden ve soyutlayarak yaptığı temsili parçalayan ve türedi bir üslup olan, kozmik olanın bu dolaysız anlatımı bize ne diyor?

2) Bu büyüklükte bir yapının ele gelir bir sanatçı topluluğu çıkarmamasını nasıl izah edebiliriz? Ve buna mukabil, çok daha küçük ve etkisiz bazı başka dini yapıların orantısız biçimde çok sayıda sanatçı tipinde insan çıkartabilmesini?

3) Bu yapı, fıkhi, itikadi, siyasi açılardan Sünni bir yapı mıdır? Fıkıh usulünü manipüle etmiş midir? Fetvasız iş yapmamaları ama çoğu kez (imayla namaz, başörtüsü, takiye, Mavi Marmara vb) bu fetvaların cumhurun (cumhur ulema ya da icmaya mesned olacak biçimde cumhur yani halk) yaklaşımına muvafık olmaması nedendir? Bu, fıkıh usulündeki hangi hatalardan ya da çarpıtmalardan kaynaklanmaktadır?

4) Yapının siyasi jargonunun, seksenlerdeki devletçi, milliyetçi, sağcı istikametinden, “Ali Şeriatici”, “İrancı”, “Seyyid Kutubcu”, “Darü’l-Harbci” çizgiye teğet hale gelmesi, hangi yorum mekanizmaları sayesinde mümkün olmuş, dahası müntesipleri bu yeni jargona nasıl ikna edilebilmektedir?

5) Öyle anlaşılıyor ki, devlette ve bürokraside kadrolaşmasına, kendi içlerinde, “savaş fıkhı” kapsamında makûliyet kazandırılmıştır. Bu, devletçi, muhafazakar, sağcı dini yapının bir yönüyle devlet karşıtı, devrimci, solcu olması anlamına gelmemekte midir?

6) Bu örgütün İhvan’a benzeyen yanları var mıdır? Lideri, İhvan külliyatından yararlanmış mıdır?

7) Standart tarikatlarda görünmeyen ölçekte bir çileciliğin, dünyaya küskünlüğün, gözyaşı ve hüznün, bu örgütte bu kadar yer tutmasını nasıl yorumlayalım? Örgütte, tasavvuf tarihindeki arif yerine zahide yakın bir tipin yüceltilmesi, tasavvufun hangi mekanizmalarla manipüle edildiğine işarettir?

Yerimiz olsaydı, benzeri sorulardan onlarcasını sormamız mümkündü. Varmak istediğimiz nokta, yapılması gerekenlerden birinin de, ilahiyat sahasına dair bu türden soruları sormak ve cevaplarını kuşatıcı biçimde vermek olduğudur. Milletin dini bilgiye ve rehberliğe olan ihtiyacının tekrardan suistimal edilmesine, en azından devletin tahammülü kalmamıştır.