İşimize bakacağız

Öyleleri vardır ki, daima bir başkasının işini nasıl yapması gerektiği ile ilgilenir. Bir başkasının sahip olduğu şey kendisinin sahip olduğu şeyden her zaman daha kıymetlidir. İstemek, elinde olmayana dairdir. Pozisyonlanması, kendisinden ziyade ötekinin durumuna göredir. ‘O ne söylemiş’ odaklandığı şeydir, odaklandığı dil bir şey söyleyene kadar kendisinin ne söylemesi gerektiğine dair bir fikri de yoktur. Aksiyoner değil reaksiyonerdir. Oyun kurmak yerine oyunbozanlıkla meşguldür zihni.

Enteresan bir özgüven yüklenmektedir zaman geçtikçe. Her şeyin dilediği mutlu sona hizmet etmekte olduğunu düşünür. Buna dair argümanları da vardır üstelik. Kendi tarzını evetleyen taraftarlar görür etrafında. Kendisini alkışlamakta olanın, kim olduğunun, ne için alkışlamakta olduğunun, niçin kendisini evetlediğinin, aslında neye hizmet ettiğinin de bir önemi yoktur. Nitelik değil nicelik önemlidir.

Çok şey yapmakta olduğu kanaatindedir, lakin patinaj, kendisini bekleyen hayatının en hareketli sonudur. Neticede, çokça gayret gösterdiğini, çokça terlediğini düşünür ve bu çabasının bir karşılığı olması gerektiğini düşünür.

Hayal kırıklıkları yaşar zaman zaman. Kendisini ikaz etmeye çabalayanları çarçabuk ötekileştirerek onlar için de bir mevzi kazar ve onları sınırlarını kendi belirlediği çerçeveye hapseder. Onlar, ocudurlar, şucudurlar, bucudurlar, haindirler, tasfiye edilmesi gerekenler güruhunun yalnızca bir kısmından müteşekkildirler.

Onlara göre, filan yerin başında şu kişi bulunmalı, falan yere o kişi atanmamalıdır, şuraya vaziyet eden uzaklaştırılmalı, oraya ‘bizim çocuklar’dan biri getirilmelidir. Bir tek kıstas vardır bu konuda, o da, hangi işi yapıyor olursa olsun, kendisinin rıza-ı hilafına bir aksiyon almamasıdır.

İyi bir geçmiş arkeoloğudurlar. Herhangi bir zamanda, herhangi bir mekanda, herhangi bir konuda, herhangi bir olaydan yola çıkarak, herhangi bir kişi hakkında kurmuş olduğunuz cümleler, bağlamından bağımsızlaştırılmış bir şekilde, serseri bir mayın halinde itina ile çıkarılıp önünüze sürülebilir. Allah affeder ama bunlar asla affetmezler.

Kötü olduğunu, yasaklanmış olduğunu, ifsad edici o büyük rolünü, ayrıştıran, bölen, yok eden mahiyetini bildikleri halde dedikodu ve gıybet muteberdir onlar için. Yılana sarılır gibi sarılırlar bu büyük belaya. Bu konuda sınır yoktur. Eh, sınır olmayınca insaf da kalmaz zaten.

Yok etmeye odaklıdırlar. Dertleri yaşayabilmek için hayat hakkı tanımamaktır, ekmek kapılarını mümkünse açılmamak üzere kapatmaktır, öldürmektir. Tam da, Nurettin Topçu’nun “Menfaat yaşamak, ahlak ise yaşatmak ister. Bir arada barınamazlar” dediği şeyi görürüz bunlarda. Dertleri yaşatmak değil, her ne pahasına olursa olsun yaşamaktır. Ahlaksa olsa olsa başkaları için yaratılmış bir şeydir.

Bu davranış biçimlerinin tümü, büyük bir riski almayı mecbur kılar. Ya kazanacaktır ya da kaybedecektir. Sonuç olarak, kazancı da büyüktür, kaybı da. Farkında olmaksızın, gelişen duruma dair refleksler üzerinden bir hayat anlayışı geliştirmekte olduğu için, iplerin kendi elinde olmadığını geç fark edecektir. Bir şeylerin farkına vardığında, derin bir kaybedişin dipsizliğinde, sesini sadece kendisinin duyabileceği yeni atmosferi asla kabullenemeyecek ve böyle böyle kendisini yiyip bitirecektir.

Maksadımız bir büyük tuzağa dikkat çekmektir.

Bu tutum ve davranışlarda asıl sorun, hedefte olanların davranışlarında yol açacağı erozyonla birlikte ortaya çıkar. Bir tarafın yukarıda zikrettiğim usul ve üslupları, hedefe konumlandırılmış olan diğer taraf tarafından esas alınmaya başlandığında felaket salgın hastalık halini alacaktır. Yanlışın aurasına kapılmak diye bir şey vardır. Muhalif olduğunuz yanlışa, eğer doğrularınız, ilkelerinizden yoksun olarak mukabelede bulunursanız, sürüklendiğiniz yerin neresi olduğunu hiç ama hiç fark edemezsiniz. Karşılıklı olarak gelişen bu reaksiyoner olunma süreci, aksiyonu ortadan kaldıracak ve mevzi kaçınılmaz olarak muarızlara terk edilecektir.

Öyle görünüyor ki, son zamanlarda tanığı olduğumuz tartışmalar, haksızlıklar her ne kadar tek taraflı olarak başlamış olsa da, beri tarafta konumlanan ve kendisini karşı tarafın hedefinde görenlerin, bir savunma mekanizması geliştirdiklerini ortaya koymaktadır. Usul ve üslup anlamında diğerlerini örnek almaya başlayanlara tanık oluyoruz ne yazık ki. Bu farksızlık topyekûn ölüm demektir.

Yapmamız gereken basittir. Her ne yapıyorsak onu iyi yapmaktır esas olan. İçinde bulunduğumuz çağa söylememiz gereken sözün peşine düşmektir. Derdimiz hakikat olmalıdır. Bunlarla beraber, hasetçinin, dedikoducunun, gıybetçinin, yok etmek maksadıyla pozisyon alanın, menfaati gereği her şeyi mubah sayanın, kendisinden gayrısına hayat hakkı tanımayanın, yaşatmak gibi bir derdi olmayanın farkında olarak onu yok saymak elzemdir.