İdeal ölçü: İslami vasat

Öyle günlerden geçiyoruz ki, yakın durduğumuz şeylerle aslında ateşe yakın duruyoruz; uzak durduğumuz şeylerle de aslında ateşe yakın duruyoruz.

“Müslüman aklı” bu çelişkiyi şu an maruz kaldığı düzeyde geçmişte de yaşamış mıydı? Yaşamıştı herhalde. En azından Moğol istilasından buna dair kayıtları okuyabiliyoruz; o zamandan kendi günümüze mahsus kimi benzerlikleri bu sayede görebiliyoruz.

Petrol şeyhi destekli şer güçlerinin ortadan kaldırılmasına hükmettikleri bir devlet, zararlı (bugünün nitelemesiyle terörist) sayılan alimler, arifler… geçmişte de vardı, bugün de var.

Ama biz Moğolların neden olduğu akıl, itikat ve iktidar kırılmasını aşmayı o kriz asrında Allah’ın yardımıyla başarmıştık.

Elbette, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” (Al-i İmran Suresi, 3:104) İlahi kavline bağlı kalan Müslümanlar sayesinde başarmıştık, yüzü bugüne de bitişik olan devasa problemleri.

Ne yana dönülse ateşe dönülmüş olunan günlerdi o günler de. Ama değil mi ki, Allah’ın hükmü ve Peygamberinin (sav) açıklamalarıyla tahakkuk eden mezkur “İslami vasat” vardı.

O vasat hamdolsun ki yine var. Sömürgecilerin ve mahalli destekçilerinin akılları dumura uğratan tuzakları karşısında, İslami vasat (karışan aklımıza rağmen) salim olan kalplerimizle tutunabileceğimiz bir “en doğru olarak” hükmünü sürdürüyor.

Yukarıda mealini zikrettiğim ayetten hareketle, İmam İbn Teymiyye,  söz konusu vasatın içinde durarak “hayra çağırmak, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak kimin görevidir?” sorusunu şöyle cevaplıyor:

“Yüce Allah, iyiliği emretmenin ve kötülükten alıkoymanın bu ümmetin bir kısmı tarafından gerçekleştirildiğini haber verdiğine göre, iyiliği emredenlerin ve kötülükten alıkoyanların bu durumlarının dünyadaki her mükellefe ulaşması şart değildir. Çünkü bu, peygamberliğin tebliğ şartı bile değilken onun çerçevesine giren bir konuda nasıl bir şart konulabilir?

Bilakis şart olan, mükelleflerin iyilik ve kötülük konusunda bilgi edinmeleridir.

Şayet bu konuda kusurlu davranıp, yapan kişi üzerine düşeni yaparken bunları öğrenemezlerse, kusurun sorumluluğu kendilerine ait olur.

Aynı şekilde, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, her Müslümana tek tek görev değildir. Bilakis –Kur’an’ın da işaret ettiği gibi- farz-ı kifayedir. Cihad bunun tamamlayıcısı olduğuna göre, cihadın kendisi de farz-ı kifaye olur. Görevi yerine getirmesi gereken bunu yapmadığında, her gücü yeten kendi gücü oranında günahkar olur. Çünkü o, her insana gücü oranında görevdir.

Nitekim Resulullah şöyle buyurur:

‘Sizden kim, bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu sonuncusu imanın en zayıfıdır.’

Böylelikle, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak ve bu ikisinin cihatla tamamlanmasının emredildiğimiz en büyük iyilikler olduğu anlaşılmış oldu.” (Güzel Ahlak, Çev.: Hilal Nayır, Semra Demir, Zeynep Çelik, Pınar Yayınları)

O halde her mükellefin, kendi halince, imkanınca, “hayra çağırma, iyiliği emredip kötülüğü men etme” olarak özetlediğimiz İslami vasattan bir payı vardır.

Aynı niyet ve istikametle o paylardan bir payda buluşanların dahil olabilecekleri bir “kurtuluşa erenler” grubu vardır.

Bu grupları, tek bir grup halinde birleştiren şey “güzel ahlak”tan başka bir şey değildir.

Güzel ahlak ise, ibadetlerimizden, en geniş manada şeylerle kurduğumuz ilişkiye kadar her şeyi içine alan bir kavramdır. Çünkü o en başta, Allah’ın hakkını vermekle mukayyettir; O’na kulluk etmek Allah’ın hakkıdır ki, bu nedenle de

“(Ey Muhammed) Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem Suresi, 68:4) İlahi hükmüyle teyit edildiği üzere, güzel ahlakın en mükemmel örneği olan Peygamberimizden ulaşan kimi rivayetlerde İslam ahlakı dinin iliği, özü, esası olarak nitelenmiştir.

Din dediğimiz, Allah ile kulunun (İlah ve meluhunun) vuslatından ibarettir.

Bu belirlemelere yaslanarak “hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk”u aynı zamanda güzel ahlaklılar topluluğu olarak nitelememizde bir beis yoktur.

Bu manada güzel ahlak sahipleri, bizim idrakinde olduğumuz zamanda da Allah’a, peygamberine ve onun varislerine olan mesafesizlikleriyle, onlara düşman olanlara, onların önerdiği yaşama biçimini göz ardı edenlere karşı belirledikleri kesin bir mesafeyle var olacaklardır.

İslami vasatı bu şekilde belirlediğimizde ve içselleştirdiğimizde, zikredilen gruba mensup olabilme ihtimaliyle, kurtuluşa erme ümidimizi diri tutabileceğimiz gibi, o gruba mensup olmaya kendimizi layık görmesek bile, ona layık olmanın gayretine düşme niyetimizle yine sahih bir istikamete tabi olmanın huzurunu idrak edebiliriz.

Ne demişti İmam İbn Teymiyye:

“Şart olan, mükelleflerin iyilik ve kötülük konusunda bilgi edinmeleridir.”

Bilgi ise, bilenini güzel ahlakın içine çeker.