İçindeki mevsimden n’aber?

Mevsimler değişiyor. Bu bir cümle, insan olarak şu yer üstündeki hikayemize bir ayna gibi. Mevsimler değişiyor: Şetaretli yaz çekiliyor; yerini munis güze bırakıyor. Yaz ne ara gitme hazırlığını tamamladı, güz ne ara kendisini biriktirdi de kapıya dayandı, takip ediyor muyuz? Ama takip ettiğimiz bir şey olmalı: Dışarıda olup biten, içimizde olup bitene benziyor.

Orta mektep yıllarında tanıdığım Cemil Abi, “Mevsimler değişiyor, bir değişmeyen şu insanlar” demişti. O zamandan beri, dikkatimi mevsimlerin hallerinin insanların hallerine benzerliğine çeken bu sözü hatırlar dururum. Dışarıda kurulan tabiat dekoru, içimizde kurulan ruh dekoruna; dışarıdaki topoğrafya içimizdeki topoğrafyaya; dışarıdaki mevsimler içimizdeki mevsimlere benzer. Ya da şöyle söyleyelim: Tabiat sanki, ruhun hallerini görünür ve konuşulabilir kılmak ve onları tanıyabilelim için modeller sunmak üzere önümüzde gibidir.

Bu mukayeseyi bir iki adım daha ileri götürelim: Hani, bir film, bir tiyatro oyunu izleriz ya da bir öykü okuruz. Okuduklarımızı bizimle bitiştiren o ek yerleri, anlatılan karşısında yaşadığımız aşinalık hissidir: “Bundan bende de var, bunu tanıyorum”. Bu tanıdıklık ve bu mukayese imkanları, öyküyü kendimize mal ederken yardımcımızdır. O öykü, bizim kendi öykümüzü içimizden bulup çıkarmamıza yardım eden bir model sunmuştur. Tıpkı bunun gibi, tabiat olaylarının da içimizdeki öyküye, içimizdeki dünyaya bakabilmek için bize modeller sunduğunu görürüz.

Mesela, elmalar çiçek açar. Envai çeşit arı, türlü türlü sinek bu çiçeklere uyanır. Elma ağacının kökleri toprağın altındaki suyu emmeye başlamıştır. Kır çiçekleri, kuş sesleri, taze ot kokusu, berraklaşan gök mavisi… Bütün bunlar bizde hayata yeniden başlama hevesini uyandırır. İnsanlık bu yeniden doğumu içinde, içinin derinliklerinde hazır bulduğu için, binlerce yıldır baharın gelişini, bu yeni doğumu ve uyanışı kutlamıştır. Dışarıdaki bahar dekoru, içimizdeki tazelenme arzusuna, hayaline, hülyasına denk düşer çünkü.

Mevsimlerin yüzü sanki ağaçlardır. Bizim ruh hallerimizi ele veren nasıl yüzlerimizse, içimizden haberler benzimizde sarılık ya da bir tebessüm olarak dışarı vuruyorsa, mevsimlerin hallerini de evvela ağaçlardan takip ederiz. Ağaçların yaprakları göğerir, çiçekleri açar. Sonra ağaç meyveye durur, o meyve devşirilir. Nihayet yapraklar da dökülür. Ağaç “çirkin” ve “yalnız” kalakalır.

Memlekette enikonu irice bir elma bahçemiz vardı. Sonbahar olup da elmalar toplanınca, yüzlerce “yalnız” ve “çirkin” ağacın doldurduğu bahçede gezmek rahmetli babamın içinden pek gelmezdi. Orada, önünde duran bu kimsesizlik ve yıkım hikayesini dinlemek istemezdi sanki. Dallarda asılı kalan son yapraklar da sararmış olduğu; börtü böcektir, kuştur, yılandır, bahçenin cümle horantası da çekip gittiği için, o da çekip gitmek isterdi. Perde inmiş, dekor toplanmış, oyuncular çekilmiş, seyirci gitmişti. Kala kala bir boş sahne kalmıştı geriye.

Babamı bahçede tedirgin eden sonbahar, onun içindeki sonbahara tabiatın tuttuğu bir aynaydı. Tıpkı ilkbaharda, bu bahçedeyken, kendi içinde neredeyse sebepsiz olarak bulduğu neşenin kaynağının, yine tabiattaki ilkbaharın, kendi içindeki ilkbahar arzusuna ayna olması gibi.

Dilimiz ve tefekkür tarihimiz, “tabiat” denince hem dıştaki/zahirdeki, hem de içteki/batındaki temel yapıyı, ana sahneyi anlamamıza elverişli. “Benim tabiatım böyle” ifadesi, bu tabiatın hariçteki tabiatla olan bakışımlılığına, benzerliğine, birbirlerini yansılaması niteliğine atıflar taşır. Zahiri tabiat, kevni ayetlerle örülü açık bir kitaptır. Batıni tabiat da kevni ayetlerle örülü ama kapalı bir kitaptır. Aralarındaki bu bakışımlılık sayesinde, batındaki tabiat hakkında konuşmak için vasat, mecra ve dil bulmuş oluruz.

Cemil Abi! Haklısın, mevsimler kaçınılmaz olarak değişiyor. Bizim zahiri tabiatımız yani bedenimiz de mevsimlerini kaçınılmaz yaşıyor, yaşlanıyor, ölüyor. Ama mevzu bu değil. Mevzu, içimizdeki tabiat değişiyor mu? Gönlümüz çiçeklendi mi? Yaz çilesini çekti mi? Çile çekip meyveye durdu mu? Bu meyveler derildi mi? Ölüme ve yıkıma hazır mı? Sonbahar faniliğini tattı mı? Tadıp da yokluğun sırrına erdi mi?

Ha? Erdi mi? Erenlerden oldu mu?