Edebiyat tarihi, aşktan yakınmanın tarihi biraz da. Şairi ayrı dertlenir, romancısı ayrı. Kalabalık bir kavuşamayanlar kadrosu. Kavuşmanın nesini yazacaksın zaten; kavuşmuş, dinmiş, debisini yitirmiş, uyuklamaya geçmiş bir hikayeyi kim merak eder?
Aşktan müştekileri dinleyince görünen, aşkın bir dert, bir iptila olduğudur ya, aşığın fırsatını düşürünce aşkın elinden sıvışacağını sanırsınız. Zavallı, ilk fırsatta yangın yerinden kaçacak, yanıklardan ve dumandan giysisiyle kendisini ayaklarımızın dibine atıverecek, aşktan kurtulup rahat bir nefes alacak. Sanırsınız.
Aşığın yanmadığını söyleyemeye dilim varmaz. Başındaki dumana, açılmış yarasına, çektiği ah’a saygısızlık olur bu. Ama yine de aşıkta, kederinden kurtulmaya çalışan, gam u kasavetini dağıtmaya uğraşan bir mustaribin hali var mıdır? Evladını yitiren bir ananın gamı, gurbete düşmüş bir garibin kederi, aşağılanmış bir insanın acısı… var mıdır onda? Bunların her biri, yaşadıkları bir son bulsun ister; bir rüyaymış hepsi, işte bitti, densin ister. Yaşadıkları yıkıcı acı, onları ölmekle yaşamayı eşitleyen bir kıyıya götürüp bırakır, bırakabilir.
Oysa aşığın aşktan yakınması, ondan kurtulmak için değildir. Yani mucizevi bir şey olsun ve aşık bir sabah uyandığında gönlünü bir an boşalmış buluversin, çileli aşk dersinin sonuna geldiğini duyumsayıversin. Hayır, onun bundan mutlu olmasını beklemeyin. Çünkü aşık çektiği ıstıraba müpteladır. Çünkü bu ıstırap, ne evlat acısı, ne vatan yarası, ne borç yükü, ne sefalet derdi gibi yıkıcıdır. Aşığın ıstırabı yapıcıdır.
Aşık, hayata dair bir bilgeliğin eşiğine gelmiş kimsedir. Hayatın, bir alış veriş, haklar ve ödevler gibi algılandığı bildik akışı içinde bir sekteye muhatap olmuştur. Geçim derdi, kariyer planı, gelecek hayali gibi hayatı bir rutinin içine gömen mutabakat, yani hayatın bu olduğuna dair insanların arasında cari olan mutabakat, aşığın tecrübesinde bozulmuştur. O, hayat diye adlandırdığımız ve böylece akıp gitmesinde bir tuhaflık bulmadığımız şey hakkında kuşkuya kapılmıştır. Haklar ve görevler, meslekler ve roller üzerinden süregiden bu hayata değmeden, duymadan, duyumsamadan yaşadığımızı anlamaya başlamıştır. Bu nasıl olmuştur?
Evvela, aşık ruhsal bir hamle yapmıştır. Kendi sınırları dışına çıkma hamlesidir bu. En kadim öğretilerden itibaren aşkın çekimle, manyetizma ile açıklanmış olması bundandır. Aşığın ruhsal kapasiteleri, kapıldığı bu çekim sayesinde ayaklanmıştır. Aşk içteki ayaklanmanın adıdır. Bu ayaklanma sayesinde aşık, o vakte kadar uyuyan duyuşunu, kireçlenmiş hissiyatını, mefluç duyarlığını yepyeni bir tavırda tanımaya başlar. Aşık biraz da, kendisinde olup bitene aşık olur.
Aşık, duyarlığındaki bu keskinlik sayesinde, var oluşunu doygunca duyumsar. Kendisine yeni duygular aşılanmış gibidir. Onu yeni bir iklime almışlardır adeta. Duyarlığındaki keskinliğin eşlik ettiği bir uyanıklıkla, bülbülü, sarı çiçeği, denizi, ceylanı, Geyve’nin güllerini başka türlü duymaya başlar. Bütün bu şeyler onunla birlikte, bildik işlevlerinin ötesine sıçramışlardır. Şeylerin bir fayda için var olduklarına dair mutabakat bozulmuş, şeyler bir yarar ve işlev için değil, varlığa gömülü bulunan bir anlamı belirginleştiren sözcüklere dönüşmek üzere orada bulunmaya başlamışlardır. Ya da varlıktaki yegane hakiki hadise aşığın aşkı olmuştur da, bütün bir şeyler alfabesi, şifreli bir şekilde o aşkı terennüm etmek üzere oradadırlar. Şifreli bir şekilde; çünkü aynı bülbül, aynı gül, aynı ateş, aynı pervane başkalarına değil ama sadece aşığa, sadece onun anladığı o mesajları iletirler. Bir arifin dediği gibidir hadise: İç değişince, dış da değişir.
Aşık varlığı, bu zenginliğiyle, bu oylumu, bu derinliği içinde duymaya başlamıştır. Hayat ona, yeni ve yaratıcı bir yüzünü göstermiştir.
“Derman arardım derdime/ Derdim bana derman imiş” diyor hazret. Derman olan bir dertten kim kurtulmak ister ki?