Hocalar yüzde kaçlık bir kitleyi muhatap alıyor?

İlahiyatçılarımız, hocalarımız, vaizlerimiz konuşurlarken ülkenin yüzde kaçını hesaba katıyorlar sizce? Dinleyenlerine dair zihinlerindeki resim, ülkenin ne kadarını içeriyor?

Görünen o ki, hocalarımızdan önemli bir kısmı ülkenin sadece yüzde ellisini muhatap kabul ediyor. Siyaset yoluyla oluşmuş bir yüzde ellilik blok, onun karşısında kendisini rahat hissettiği, dil konforunu bozmasına gerek kalmadan konuşabildiği bir muhatap kitle bu. Bu kitleyle siyasi bir tarafgirlik hizasında buluşarak, siyasetin dilini yankılayan bir din dili kuruyor ve kullanıyorlar.

Bu yüzde ellilik blok, muhafazakarlardan, zaten dini bir eğitim almışlardan, Anadolu’daki dindar çevrelerin ve cemaatlerin insan kaynaklarından oluşuyor. Ayetlere, hadislere aşina, yurt dışına genellikle umre için çıkan, çocuğunu imam hatiplere veren bir kitle. Ramazan deyince, Ayasofya deyince, Diriliş Ertuğrul deyince, Kudüs deyince benzer duyarlıkları benzer kelimelerle ifade eden bir kitle bu. Aşinası olduğumuz, gövdeyi oluşturduğunu düşündüğümüz kalabalık.

Bu yüzde ellilik kitleye seslenmenin belli bir konforu var. Dilinizi gözden geçirme ihtiyacı duymadan, yüz sene önceki bir vaazı yeniden dolaşıma sokarak konuşabilirsiniz. Hiç bir şey değişmemiş gibi davranarak, dahası değişen her şeye karşı belli bir öfkeyi gizleme gereği duymadan hitap edebilirsiniz. Yanlış anlaşılmayacağınızdan eminsinizdir. Sizin bıraktığınız yerden dinleyiciniz devam edebilir. Aynı dili, aynı kelimelerle, aynı hissiyatla konuşmayı uzun uzun sürdürebilirsiniz.

Ama Türkiye bu yüzde ellilik bloktan ibaret değil. Hele hocalar, ilahiyatçılar için hiç böyle olmamalı. Çünkü Ad ya da Semud kavimlerinde veya Mekke’de işitilen Peygamber dili, kendisine en zor muhatapları seçmişti.

İlahiyatçılarımızın önemli bir kısmının, kendilerini ülkenin “öteki” yüzde ellisiyle karşılaşmaktan uzak tutmalarının altında, onlara seslenecekleri dilden yoksun olmaları var. Yetiştikleri çevre bu dili kurmaya müsait olmayabilir ama din eğitimi verme iddiasında olan bir kurumun kendi öğrencisine bu dili kurmaya yardımcı olacak bir donanımı kazandırması gerekir. İmam hatiplerde ya da ilahiyatlarda yer alan hitabet, belağat derslerinin müfredatları da hemen hemen tamamen camilerdeki hutbe ve vaazların nasıl olacağıyla ilgili olduğu için, yine cami cemaatinden oluşan “hazır kitle”den başkası dikkate alınmıyor.

Okulunda bu dili nasıl kuracağına dair bir eğitim almamış taze bir İlahiyat mezununun, aşina olmadığı ve kendi mahallesi dışındaki o kitleyle karşılaşmasının ne kadar travmatik sonuçlara yol açtığına dair her geçen gün yeni öyküler dinliyoruz. Büyük şehirlerdeki modern semtlerde yer alan, parlak çocukların gittiği bir Anadolu Lisesi’ne tayin olan yeniyetme bir hoca, Anadolu’nun içlerindeki Sünni muhitlerde bulunan bir İmam Hatip lisesine ya da bir kasaba camiine tayin olan bir hocanın habersiz olduğu sıkıntılarla boğuşurken, bir çok kez kendisini çaresiz ve yenilmiş hissediyor. Bu genç öğretmen bir de hanımsa, sorunlar katmerlenebiliyor. Daha geçenlerde, İzmir’deki “seçkin” bir okulda öğretmenlik yaparken karşılaştığı dil ve iletişim sorunlarının giderek kendisini patolojik bir eşiğe getirdiği bir İlahiyatçı hanımı dinledim. Kendisini bu dil ve iletişim alanında donanımsız mezun eden okula haklı olarak sitemkardı.

Bütünüyle yalıtılmış ve giderek mahalle içi bir jargona dönüştürülmüş din dilinden tamamen vaz geçelim diyemem. Bu hem gerekli, hem de gerçekçi değil. Cami cemaatinin, “hazır kitle”nin, muhafazakar mahallenin ihtiyaçlarını karşılayan bir vaiz kadrosuna elbette ihtiyaç var. Benim dikkat çekmeye çalıştığım, bu kitle dışındaki ve epeyce kalabalık da olan “öteki” kitlenin dışlanmadığı, kulak kabartmalarını temin edecek mutedil ve insani bir dilin işitilir olması. Böylece din dili seçenekleri arasında kendisine yer bulması. Bu dilin, mahalleler arasındaki bazı barikatları aşabilmesi, kapalı bazı kapıları çalabilmesi.

Burada bir uyarının yeri geldi: Zamanında (ve kısmen hala da) Yaşar Nuri Öztürk çizgisinin bu ilişkileri kurabildiğini gördük. Ama oradaki durumun da eleştirdiğimiz popülist vaizlikten farkı yok. O çizgi de, muhataplarının duygularını okşama, o mahalleyi kendi içine kapatma, bu kez muhafazakar muhit üzerinden bir öteki yaratma şeklinde sonuç verdi. Modern insana seslenmek için modernist bir din yorumunu merkeze almanın başka ve daha güçlü bir konformizm doğurduğuna kuşku yok. Modern insanın ihtiyacı, yine modernizmin felsefi sorunlarıyla yaralı bir modernist bir din değildir.

Yani Türkiye’de din hakkında konuşurken, içe kapanmak veya modernizme teslim olmak dışında seçenekleri çoğaltmak gerekiyor. Din, bir ideoloji olmadığı gibi, bir parti programından ibaret de değildir. Bu sebeple inhisarcı bir dil kullanmamalıdır. İnsanların Allah’la ilişkisinin imkanlarını tıkamamak, aksine açmak ama bunu yaparken de tavizkar, modernist, savunmacı olmaya da gerek duymamalıdır.

Ve kestirmeden söylemem gerekirse, tasavvufi gelenek, bu imkanı içinde barındıran yegane seçenektir.