Deist ilahiyatçılar, ateist başörtülü gibi şeyler duyunca, seneler önce bir yatılı Kur’an Kursu’nda birlikte okuduğumuz Hasan gelir aklıma. Benden bir yaş büyük olan Hasan en yakın arkadaşım değildi, ama roman denilen muzır kitabı tesadüfen ve birlikte keşfetmemiz bizi dost yapmıştı. On üçündeki Hasan bir yerlerden bir roman buluyor, sırasını bekleyen beni fazla üzmeden içercesine okuyup bir diğerine geçiyordu. Okuduğumuz romanları uzun süre saklamamıza imkan yoktu. Derhal okuyup onlardan kurtulmak zorundaydık. Bu, beceri isteyen meseleyi de genellikle Hasan çözüyordu. Sanırım kendisi gibi roman iptilasına tutulmuş ağabeyi ona yardımcı oluyordu.
Romanları okumak zordu, çünkü yüzlerce yatılı öğrencinin tıkış tıkış kaldığı bir binada, roman okumamızı kolaylaştıracak bir inziva köşesinden mahrumduk. Romanın muzır bir tür olduğu, kendisini okutmak için ilham ettiği saçma fikirlerden belliydi: Mushafları ciltlerinden ayırıp, -Allah affetsin- bu ciltlerin içine roman yerleştirerek okumayı akıl etmiştik. Dışarıdan bakınca artık okuduğumuzun roman olduğunun anlaşılmasına imkan yoktu.
İkimizden başka romana gönül vermiş talebe de yoktu. Dolayısıyla, kalabalık içinde dikkat çekecek bir roman takas trafiği ve gündemi oluşturmadan, keyfimizce bu esrarengiz alışkanlığımızı sürdürebiliyorduk.
Okuduğumuz romanlar hemen hep tarihi romanlardı. Hepsi de özbeöz Türk olan kahramanların kah Bizanslı kefereyi, kah bahtsız Haçlı askerini tokatladığı, tekbirlerle kalelerin düşürüldüğü, dualı dillerle ve parlak vasiyetlerle şehit olunan romanlardı bunlar. Hani birçok dindar ebeveynin oğluna okutmaya can atacağı türden şeyler.
Hasan’ın babası, kurstaki hocalardan biriydi. Asabiydi. Oğluyla arasına, adalet duygusundan olmasını temenni edeceğim bir mesafe koyardı. Kendisinden korkardık. Zeki ama tekinsiz bir adam gibi gelirdi bana.
Hasan bir gün, “mushaf cildi-roman”dan oluşan düzeneğiyle birlikte babasına yakalandı. Şimdi tam hatırlamıyorum ama sanırım ben de enselenmiştim. Çünkü ikimizin, kursun birinci katının koridorunda birlikte yediğimiz meydan dayağını bu suçüstüne borçlu olduğumuzu fısıldıyor hafızam. Ben hafiftim ama Hasan benden de hafifti. Babasının şamarları bizi o köşeden bu köşeye lastik toplar gibi savurup duruyordu.
Hoca beni unuttu. Yüzlerce talebeden biriydim nihayetinde. Ama oğlunun üzerine daha da eğildiğini, bu eğilmelerin çoğu kez kötekle sonuçlandığını biliyorum. Hasan giderek daha da bıkkın, daha da hırçın oldu. Çocuk ruhu, yediği dayakların izleriyle yara bere içindeyken, niçin bütün bunlara maruz kaldığına bir sebep arıyordu. Nihayet, Kur’an-ı Kerim okumak istemediğini, bütün bu dayakların sebebinin o olduğunu söyledi bir keresinde. Hatta tamı tamına şu kelimelerle: “Bu harfler, bu şekiller yüzünden yiyorum bu dayakları.”
Hasan’ın hikayesi, her defasında bana, bizim yüz elli senelik büyük hikayemizi yankılıyor: Yabancı ve cazip bir kültürle karşılaşan bir oğul, onu korumak için elinde zor kullanmaktan başka bir yöntemi olmayan telaşlı ve endişeli bir baba ve oğulun babasının şahsında bütün bir dinle hesaplaşmaya kalkışması.
Hasan, oyunbaz ve cevval bir zekaya sahip, kurgu ve dil ile büyülenmiş, meraklı bir çocuktu. Ama belki daha da önemlisi kırılgandı. Bu hikayenin masumu odur. Babaya gelince; sanırım şu an (Teoman’dan ilhamla söylersem) hocanın dövdüğü yaştayım. Aradan geçen bunca zaman, beni hocayı haklı bulmamı sağlayacak şekilde değiştirmedi. Yani, bizim yaşımıza gelince anlarsınız ne yapmaya çalıştığımızı, diyen anne babalar varsa, bilsinler ki çoğunlukla ne yaptıkları ömür boyu anlaşılmayacak. Bir çocuğun gözünde din, dindar büyüklerinde temsilini buluyor. Hatta peygamber ve Allah bile. Bir insanın dinini, peygamberini ve Tanrısını şahsileştirmesi, onlarla arasında baba ve annesine ihtiyaç duymadan bir ilişki gerçekleştirebilmesi ancak gençlik çağlarında mümkün oluyor. Çocukluk çağlarındaysa, dindar baba ve dindar anne dinin temsilcisi olarak, Tanrı adına konuşan otoriteler olarak görülüyorlar.
Hasan’ın babası tarafından sevildiğine inanmak isterim elbette. Ama babası -şayet var idiyse- bu sevgisini, değerlerinin muhafızlığına soyunduğu peygamberi gibi gösterebilseydi keşke.
Bu hadiseyi, bütün hocaları ve Hasanları kapsayacak şekilde genelleştirmekten daha saçma pek az şey vardır. Hayırla andığımız onlarca hocamız ya da Hasan’ın aştığı haddi aşmak için şiddete maruz kalmayı beklemeyen başka Hasanlar var. Ama son zamanlardaki bazı kürsü sahiplerinin, vaaz dillerinin içerdiği şiddetin üzerinde düşünmeleri lazım.
Bu şiddetten kastım, sadece sert ve sevimsiz üslup, korkutmak ve kaçırmak değil. Muhataplarımızın havsalasını zorlamak, vakitsiz uyarılarda bulunmak, bilgi ve idrak seviyelerine göre konuşmamak da şiddettir. Bağcıkları sıkı sıkıya bağlı bir ayakkabıyı, yapılması gerekeni yapmadan, yani önce bağcıklarını çözmeden çocuğa giydirmeye çalışmaktan bahsediyorum. Ayakkabıyı bu şekilde giydirmek ancak şiddet uygulayarak, can acıtarak olur. Ve ayakkabıyı giymesinin o sırada en doğru davranış olması, sizin ona şiddet uyguladığınız, canını yaktığınız gerçeğini değiştirmiyor, üzgünüm.