Hiç eskimeyen meselenin yeni aktörleri

Doğu Kudüs ile Batı Şeria’da inşa edilen yeni konutlara yerleştirilen mustavtin (vatan edindirilen Yahudi) sayısı bir milyona yaklaştı.

Vadi Halva Mahallesi ile Mescid-i Aksa’nın yanı başındaki Babü’l-Mağribe meydanını birleştirmek ve dolayısıyla Filistinlilerin yaşadığı Silvan’ı önce Yahudi kuşatması altına alıp, ardından Filistinleri buradan çıkmaya zorlamak için 2007’de başlatılan kazı ve tünel çalışmaları son hızla yürüyor.

Batı Şeria’da yaşayan dört milyona yakın Filistinli ise, 1967’den bugüne kadar orada inşa edilen yüzü aşkın resmi(?) ve bir bu kadar da kaçak yerleşim birimindeki Yahudileri korumak adına kameralarla, silahlı askerlerin elleri tetikte bekledikleri kontrol noktalarıyla, tahammülü imkansız bir İsrail kıskacının içinde yaşıyor.

Doğu Kudüs’te ve eski (sur içi) şehirde, kritik noktalardaki Filistinlilere ait arsaların, binaların ölüm tehditleriyle Yahudilere aktarılması, belediyecilik numaralarıyla sokak, dehliz ve geçitlerin başlarına Yahudi ailelerin yerleştirilmesi, kullanım izni verilmeyen, dolayısıyla restorasyonu engellenen tarihi yapıların çökmeye terk edilmesi, buralarda güvenliği sağlamak adına üretilen devlet terörüyle gündelik ölümlerin alışılmış bir vaka haline getirilmesi, bireyler düzeyinde etkili olduğundan, diğer bir söyleyişle ancak muhataplarının canını yakan durumlar olması nedeniyle uluslararası bilgilendirmeye, takibe ve müdahaleye açık bulunmuyor.

Batı Şeria’daki Filistinliler için daraltılan hayat şartları ve yeni mustavtinin yerleşimindeki artış ise artık İsrail’in çuvala sığdıramadığı bir mızrak olması bakımından uluslararası dikkate ve ilgiye açık bulunuyor.

Nitekim “bağlayıcı olmadığı” halde, tartışmaları yoğun şekilde devam eden son Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı, zikredilen şartlara bağlı olarak tahakkuk etti.

On beş üyeli BM Güvenlik Konseyi’nde, ABD’nin çekimser kalması ve diğer 14 üyenin lehinde oy vermesiyle, İsrail’in Batı Şeria’da yerleşim yerlerinin inşasını durdurması yönünde alınan karar, her zamanki gibi İsrail’in nefret politikasıyla karşılaştı.

Aslında ne bu karar, ne de İsrail’in kararı reddi yeniydi. Buna benzer bir karar 2011 yılında BM Güvenlik Konseyince gündeme alınmış ancak ABD tarafından derhal veto edilmişti. Yine BM Güvenlik Konseyi’nce geçmişte alınan yüzlerce benzeri karar ya doğrudan ABD tarafından veto edilmiş ya da ABD destekli olarak İsrail tarafından reddedilmişti.

Şimdi veto etmeyip, çekimser kalmasıyla mevcut ABD yönetimi İsrail’in saldırı hedefi haline gelirken, Trump’ın Netanyahu’nun ağzına çaldığı bir kaşık bal ile söz konusu saldırı, İsrail’in iyi adamlarıyla kötü adamlarının iktidar savaşına dönüştü.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, vicdani sorumluluk gereği mezkur kararı veto etmediklerini söylemekle kalmayıp, Filistin sorununun iki devletli çözüm planıyla aşılmasında ısrarlı olunmasını, bu sağlanmadığı takdirde de İsrail’in ne Yahudi ne de demokrat olamayacağını belirtti.

Buna karşılık olarak da Trump, sosyal medya üzerinden, ABD’nin İsrail’e yönelik aşağılayıcı ve saygısız tutuma devam etmemesi gerektiğini, öte yandan İsrail’in de güçlü olmasını tavsiye ederek, 20 Ocak’tan yani kendisinin göreve başlamasından itibaren her şeyin İsrail lehine gelişeceğini söyledi.

Bu çatışmadan bakıldığında, Batı Şeria’da İsrail tecavüzüne uğrayan Filistin varlığına karşı, ABD-İsrail eksinindeki çatışmayla kaynatılan yeni cadı kazanı pek de hayra alamet görülmüyor.
Çünkü Trump’ın desteği, İsrail’i yine bir BM Güvenlik Konseyi kararını reddetmesinin “nedeni” haline gelerek, onun kendi taşkınlığının, azgınlığının, hat ve hudut tanımazlığının perdelenmesini sağlarken, diğer yandan İsrail’in nefret politikasını parlatmasını da beraberinde getirmektedir.

Nitekim İsrail Başbakanı Netanyahu, BM Güvenlik Konseyi’nin kararını İsrail karşıtlığıyla, utanç vericilikle niteleyip, ABD’nin veto etmeme tutumunu Obama’nın ihaneti olarak tanımladı ve Kerry’nin yukarıda zikrettiğimiz açıklamasından hareketle, yerleşimci yoluyla Batı Şeria’yı ve Doğu Kudüs’ü işgal eylemini, onun “takıntısı”na indirgeyerek önemsiz bir durummuş gibi gösterme fırsatı elde etti. Natenyahu, Trump’ın mezkur açıklamasını ise İsrail’in mağduriyet zarfına yerleştirerek, “sakın geç kalma, erken gel” yalvarışlarıyla alkışladı.

İlk bakışta görünen o ki, Trump devri Filistinliler için zaten çok zor geçen günlerin onlar için daha fazla kararmasını, İsrail içinse terör zevkini, vahşet keyfini ve işgal hazzını içkin olan nefret politikasının yükselmesini beraberinde getirecek.

Ancak biz şunu da tecrübeyle biliyoruz ki, tıpkı Obama’nın önceki başkanlara göre çok farklı, çoğu umut verici sözlerle, vaatlerle gelip, kısa bir süre içerisinde, yönetim ipini paşa paşa Pentagon’a teslim etmesindeki gibi, Trump da başkanlık koltuğuna oturduktan belli bir süre sonra ABD’nin mevcut çıkar çarkına tabi olacak ve işler yine ABD adına alışıla gelen kumpaslar, ayak oyunları, göz boyamalar, darbeler eşliğinde, salt onun kazanç hanesini kabartması, etki ve dolayısıyla sömürü alanını genişletmesi yönünde seyredecektir.

Bu seyredişte, Filistin’e ve İsrail’e (periferilerindeki ya da bunlarla ilgili, ilişkili ülkelerinki de dahil) yüklenecek yeni kazanç puanlarının önemli olacağı açıktır.

Trump, ABD’nin İsrail için şunca zamandır verdiği desteğe, emeğe ve elde ettiği kazanca dair ilk bilgilerine güvenerek, puanlamada onu avantajlı görüyor olabilir. Konu genelde Ortadoğu, özelde Filistin olunca politik hesaplarda iki artı ikinin her zaman dört etmediğini ise zamanı geldiğinde görecektir.