Türkiye’deki insanların Afrika’ya karşı her zaman bir ilgisi olmuştur. Bu ilgi Batıların Afrika’ya ilgisinden çok farklıdır. Avrupalıların Afrika ilgilerinin arkasında her zaman kendi çıkarları başat rol oynarken, Türkiye toplumu daha çok kendinden bir şeyler verme tutumunu ön plana çıkartır.
İlk defa Türkiye’nin gündemine Afrika 1950’li yıllarda bağımsızlık hareketleri ile girdi. O zamanki siyasi konjonktür Batılılara karşı yürütülen direniş ve bağımsızlık hareketlerine sıcak bakmasa da Anadolu halkı bu hareketleri gönülden destekledi. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Nuri Pakdil’in düşünce ve şiir dünyasında Afrika esintilerini görmek mümkündü. İslamcıların söylediği marşlarda bile Angola, Eritre’nin özgürlük mücadelesinde “cihad” motifleri kullanılıyordu.
1980’li yıllardan sonra yeni bir Afrika algısı oluştu zihinlerde. Küresel kapitalizmin etkisine kapılanlar Afrika’da yeni fırsatlar aramaya başladılar. Fakat çoğunlukla elleri boş döndüler veya restoran, halıcı dükkanı gibi küçük işletmeler kurarak Afrika’da hayatta kalma mücadelesi verdiler.
Türkiye’de Özal iktidarı, ilk kez Afrika kapılarını Türk insanına açtı. Artık Afrika’da macera arayışlarının arkasında devlet destekleri de vardı. Romantik ve nostaljik arayışlar kendisini belirli bir dava anlayışına bırakmış Afrika’da yeni bir bahçe oluşturma hevesleri doğmuştu. Afrika’da birçok okul, kültür merkezi açıldı. Bu eğitim yuvaları, arkasındaki saiklere bakılmadan Anadolu esnafı tarafından desteklendi. Anne ve babalar, çocuklarını “hizmet” için, izledikleri belgesellerde gördükleri Afrika’ya gönderdiler.
Bu hizmetlerin ürünleri Afrika’dan Neşet Ertaş’ın, Ajda Pekkan vs. türkü ve şarkılarını okuması ile gösterildi. Necip Fazıl’ın, Nurullah Genç’in şiirlerini kara derili bir çocuğun okuması insanımızı duygulandırıyor, gözyaşlarına neden oluyordu. Kendi marşlarını bile bilmeyen bu çocukların “İstiklal Marşı”nı okuması ayakta dinlememize sebep oluyordu.
Şimdi bu göstergelerin arkasındaki amaçlar ortaya çıktı ve bunun gösterilenden çok farklı küresel bir projenin parçaları olduğu anlaşıldı nihayet. Fakat hala aynı yanlışa devam etmek isteyen çevreler de yok değil.
Bugün Afrika’nın birçok yerine camiler, su kuyuları, medrese ve okullar açılıyor. Afrika halkına ekmek, su, eğitim götürerek bir nebze sömürgeciliğin bıraktığı izler tedavi edilmeye çalışılıyor. Bu insani yardım, eğitim çalışmalarını küçümsememek, organizasyon yapan kuruluşların daha fazla sahada olmasını desteklemek gerekiyor belki!
Türkiye insanının Afrika’yı, Batılıların okuduğu John Konrad’ın romanlarından biraz farklı okuduğu da açık. Afrika bizim için bir işgal, macera arayışı veya elmas madenlerini, ananas bahçelerini ele geçirmek sevdası değil elbet.
Belki de bizler hep kendimizde olanları Afrika ile paylaşmak istiyoruz. Kendimizi bu noktada olağanüstü sorumlu kabul ediyoruz. Hep bir misyon peşinde koşuyoruz. Fakat bu his, bu algı, bize yıllar önce sömürgeci beyazların yaptıklarını hatırlatıyor, aynı yanlışları tekrarlama cesaretini kendimizde bulmamızı sağlıyor
Senegal’de eğitim faaliyetleri yapan biri geçenlerde bir dost sohbetinde yaptıkları çalışmaları anlatırken “Artık Senegal’de bizim Şeyh’e tabii olan yüzlerce Senegalli Sufi” var dedi. Bu gönüllü çalışan arkadaşın söyledikleri işte bu yanlışların tekrarlanmasından başka bir şey değildi. Senegal’de sadece “müridin” tarikatına mensup 4.5 milyon kişi var. Türkiye’de bir tarikat şeyhine yüzlerce, binlerce Senegallinin bağlı olmasına gerek var mı? Bir Afrikalının İstiklal Marşını ezbere okuması bizim için övünülecek bir şey mi olmalı?
Afrika kültürü zengindir, yücedir ve evrensel ahlaki değerlere sahiptir. Kültür ihraç etmek Afrika insanına yapılacak en büyük düşmanlıktır. Önemli olan Afrika kültürünün ayakta kalmasına katkı sağlamak; kendisini modern dünyada ifade etmesine yardım etmek olmalıdır.
Batılılar, Afrika’yı kölelik, sömürgecilik ve yeni sömürgecilik dönemlerine ayırdılar. Kölelik, Afrika insanının özgürlüğünü, sömürgecilik doğal kaynaklarını aldı. Yeni sömürgecilik ise Afrika insanının kimliğini ortadan kaldırmak istiyor. Afrika’yı var kılan onun kimliğidir. Eğer bu kimlik yok olursa Afrika da yok olur.
Afrika’nın kimliğini oluşturan ne sahip olduğu maden kaynakları ne de verimli topraklarıdır. Afrika’nın kimliği kültürel zenginlikleridir. Bir Nijeryalının Türkçe öğrenmekten çok Yoruba, İgbo, Hausa dilini, bir Güney Afrikalının Zulu, XKoza dilini yaşatmaya ihtiyacı vardır.
Bir Sudanlı Tayyib Salih’ten önce Orhan Pamuk’u tanıyorsa burada bir sorun var demektir. Bir Nijeryalı Chiniua Acebe’den önce John Conrad’ı okuyorsa Edward Said’in “kültür emperyalizmi” dediği büyüye kapılmıştır.
Yeni dünya ile Afrika arasındaki savaş kültürel kodlar üzerinden yapılacak. Küresel kapitalizm Afrika kültürünü kendisi için bir tehdit olarak görmekte ve Afrikalı kültürünü önemsizleştirerek piyasa şartlarında tüketme gayretindedir. Eğer Afrikalılar kültürlerini kaybederlerse kimliklerini de kaybedeceklerdir. Bizim bu savaşta yerimiz belli olmalı, Biz her zaman haklıların yoksunluk ve yoksulluk içinde bırakılanların yanında yer aldık. Mücadelemizi onlar için verdik, onlar için hayatlarımızı kaybettik. Afrikalıların bu bağlamda bizim desteğimize ihtiyaçları var; fakat bu ihtiyaç kültürümüzü taşımaktan değil beslendiğimiz kültürel damarlardan hareket ederek onların yanında yer almaktan geçiyor.
Afrikalıların bizim şeyhlerimize, dini liderlerimize biat etmeye ihtiyaçları yok. Bizim Afrika’da cemaat kurma veya cemaatimize adam kazandırma yarışına girmemize de gerek yok. Zaten bunu Batılılar yıllarca yaptı; Şiilik, Selefilik, Vahhabilik, Ahmedilik de bundan geri kalmıyor.
Afrika tabii ki bizim kültürümüzü tanımalı, karşılıklı kültürel etkileşimler kurulmalı, kültürlenmeler yaşanmalı. Fakat bu ihraç felsefisine dayanmamalı. Afrika insanının parçalanmaya değil, birleşmeye toparlanmaya ihtiyacı var. Eğer biz kültürümüzü empoze etmeye kalkarsak daha çok farklılaşmayı ortaya çıkarırız.
Yazının başında söylediğimiz gibi herkesin farklı bir Afrikası var. Fakat en hakiki Afrika, Afrikalıların sahip olduğu ve yaşatmak zorunda oldukları Afrika…