Kriz nedir diye sözlük karıştırdığımızda şu tanımlarla karşılaşırız;
- Bir organda birdenbire ortaya çıkan fizyolojik bozukluk (tıbbî tanım)
- Bir kimsenin yaşamında görülen ruhsal bunalım
- Bir şeyin çok kıt bulunması durumu
- Bir şeye duyulan ani ve aşırı istek
- Çöküntü (iktisadî tanım)
- Bir ülkede veya ülkeler arasında, toplumun veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem, bunalım, buhran.
Bugünlerde zaman zaman duyduğumuz kriz kavramının ne tıbbî ne de iktisadî tanımlar (bu tanımlar her ne kadar tıbbî ya da iktisadî olsalar da genele şâmil olarak da kullanılması pekala mümkündür) çerçevesinde konuşulamayacağı kanaatinde olduğumu söylemeliyim. Zira yaşadıklarımız ne bir çöküntüyü ifade etmektedir ne de birdenbire ortaya çıkmış bir durumu…
Yaşadıklarımızın daha ziyade ‘ruhsal’ ve ‘güç dönem’ kavramları eşliğinde açıklanabileceğini düşünüyorum.
Beklentiler hususunda olumsuz iseniz, bugününüz ruhsal açıdan güç bir dönem haline dönüşebilir. Tam da bu noktada söylenebilecek en önemli şey; geleceğin fiyatlanmasıdır.
Ben şu an, bu satırları yazarken ekranıma düşen bir haber metninde şu ifadeler yer alıyordu;
“Fitch’in ‘Türkiye’de politik risklerin ekonomik performansı ve bankaların aktif kalitesini zayıflatabileceği’ uyarısı dövizde yükselişe hız kazandırdı.”
Yine bir ‘kötü’ gelecek okuması, yine bir ‘bizi üzen’ gelecek fiyatlaması…
Biz bugün, Amerikan dolarının yükselen fiyatı üzerinden hareketle ‘ne oldu da dolar yükseldi?’ sorusunu sorup, arz/talep dengesi dışındaki başka dengelere dikkat kesilmek için çaba sarf ediyorsak bu tamamen gelecek algılarımızın şekillendirildiği bir duruma işaret ediyor demektir.
Bunu bir örnekle izah etmeye çalışayım;
Özel sektörün döviz borcunun 212 milyar Amerikan doları olduğu söyleniyor. Bu borcun yaklaşık %25’lik kısmının ödemesinin 2017 yılı içerisinde ödenmesi gerektiğini de ekliyor uzmanlar. Dövize kazandırılan yukarı yönlü küçük hareketlilikler söz konusu olduğunda borcu olanların düşündüğü en temel şey kendi borçlarının vadesi geldiği gün dövizin fiyatının ne olacağı hususudur.
Burada, eğer toplumun geleceği fiyatlaması dövizin fiyatının artacağına yönelik ise birilerinin tetiklediği döviz fiyatının toplumsal bir kabulle yukarı yönlü seyre girmesi neredeyse kaçınılmaz olacaktır. Bu tam bir psikolojik durumdur.
Normal ticari faaliyetini sürdürmekte olan bir şahıs, ticari faaliyetinin de bir gereği olarak döviz cinsinden borçlanmış ise eğer, rutin iş döngüsü ile elde ettiği gelirini daha sonrasındaki muhtemel döviz fiyatı artışları karşısında etkilenme düzeyini minimize edebilmek için geleceği olumsuz olarak fiyatlamış olmasının da bir getirisi olarak bugünden döviz alımına yönlenebilecektir.
Tersi olmuş olsaydı eğer, yani dövizin fiyatının gelecekte artmayacağına yönelik kuvvetli bir kanaate sahip olmuş olsaydı, ticari faaliyet seyri içerisinde kazandığını döviz alımına yöneltme zorunluluğu hissetmemiş olacaktı büyük ölçüde.
Bu psikolojinin aşılması elbette ki mümkündür.
Böylesi zamanlarda insanların kulakları iyi bir ses arar, bir güven sözcüğü ister; ama ekonomi yönetiminden, ama piyasa yapıcı aktörlerden, ama esnaftan, ama Merkez Bankasından, ama kanaat önderlerinden…
Geleceğe ilişkin olarak iyi şeyler duymak isteyen kulaklara, umudu kuşanmayı bir türlü becerememiş dudakların kuracağı her bocalama cümlesi kötü olanın gelişini haber veren bir etki yapacaktır.
Eh, elbette bu kolay bir şey de değildir. İnanmadığınız bir şeyi söylüyor olmak kadar kötü bir şey yoktur insanlık için. Güzel şeyler söylerken söylediğiniz şeye evvela sizin inanıyor olmanız gerekir.
Hiç düşündünüz mü, bu ülkenin Cumhurbaşkanı konuştuğunda insanların ekseriyeti neden ona kulak kesilirler? Hiç unutmuyorum, AB’nin haddini iyice aştığı dönemlerde CHP’ye adanmış bir yakınımın “Tayyip Erdoğan çıksa da şunlara bir haddini bildirse” demişti de şaşırmıştım. Sebebini sorduğumda “kulak arıyor onun sesini” demişti.
Abartmıyorum, Recep Tayyip Erdoğan’ın sesi bu ülke insanının kulaklarının tam da aradığı sestir. Çünkü o neye inanıyorsa onu söylemektedir. İnandığı şeyden aldığı kuvvet, sesine, kelimelerin anlamlarına etki yapmakta ve umut bir yükselen değer haline gelmektedir.
İnsanımızın geleceğe umutla bakmasını, yani geleceği olumsuz olarak fiyatlamasını arzu edenlerin uzunca bir zamandan beridir kopardığı ‘gürültüye’ dikkat çekmek isterim. Bu gürültü bir anlamda hakikatin sesini bastırma girişimidir. Daha evvele de gitmek mümkündür, ama gezi olaylarından başlayın ve bugün başkanlık tartışmalarından ayaklanma icat etmeye kadar işi götürenlere bakın, göreceğiniz şey tamamen gürültüden ibarettir. Umudu boğmak üzere koordine edilen ‘çok sesli’ bir gürültü.
Tüm bu olan bitene rağmen, onca gürültünün arasından kulaklarını iyiliğe dair, umuda ilişkin güzel şeyler duymaya adayanlar sayesinde maksatları hasıl olamamaktadır o çok sesli koronun. Esasen içinde bulunduğumuz zaman dilimindeki kavga bugünün kavgası değil geleceğin kavgasıdır.
Her şey geleceği nasıl fiyatladığımızla ilgilidir. Umudumuzu çalmalarına müsaade etmemeliyiz. Bunu söylerken boş, hamasî bir şeyden bahsediyor değilim. Bunca yaşadıklarımızı bugünün dünyasında gelişmiş olarak adlandırılan devletlerden herhangi biri yaşıyor olsaydı biz yakın bir gelecekte o devletten bahsetmiyor olurduk.
Bana kalırsa, toplumun gelecek beklentisini olumsuza çevirmek için seferberlik ilan etmişlerin karşısında geleceğe yönelik iyi şeyler söyleyen organize bir oluşuma ihtiyaç var bugün. Mesela MÜSİAD, içini doldurarak ve gerekçelerini anlatarak ‘her şey çok güzel olacak’ adlı bir kampanyaya start verebilir bugünlerde. Hükümetimiz, ekonomi yönetimi anlamında, parçalanmış görüntüden uzak bir biçimde, güven telkin edici ve kötülük borazancılarının çalıp söylediklerini ters yüz edici mahiyette bir güven müessesini harekete geçirebilirler.
Bu toplum her koşulda ‘işler nasıl?’ sorusuna ‘elhamdülillah’, ‘Allah bugünümüzü aratmasın’, ‘çok şükür’, ‘Allah gördüğümüzden geri bırakmasın’, ‘iyi olacak inşaallah’, ‘Allah bereket versin’ gibi cevaplar verebilen bir toplumdur. Bu hiç de hafife alınmaması gereken bir durumdur. Mühim olan bu ifade biçimlerinin bu toplumda artarak çoğaltılmasına anlamlı bir katkı sunmaktır.
Bir de şu var;
Bizim anlayışımızda ‘inşaallah’ diye bir kelime vardır. ‘Allah dilerse’ anlamındadır. Bir diğer ifade biçimimiz ise ‘nasipse’dir. Her şeyin başına bu kelimeleri yerleştirdiğimizde dünyamızı anlamlı kılabildiğimizi düşünürüz. Bu aynı zamanda Allah’ın hayata müdahalesinin mümkün olduğunun, olmazsa olmaz olduğunun bir ön kabulüdür aynı zamanda. Bizimle uğraşanların literatüründe ise ne inşaallah vardır ne de nasipse.
Bu da böylece biline…