Alman filozof Martin Heidegger, 26 Mayıs 1976 tarihinde seksen yedi yaşında vefat ettiğinde, internet çağının başlangıcıydı; onun ayak izlerini duydu ama kendisini göremedi.
İbnü’l-Arabi, “Kulağı olan duyar” der, Heidegger “Duymak anlamaktır” diyerek, duymayı yeni bir varlık zeminine taşırken, Deleuze de “Anlam sözde susan şeydir” belirlemesiyle söz duyumunu anlamaya tevdi eder.
Duyarak ama görmeden anlamanın ve/ya biliyor –gibi- olmanın adı “sezgi” denilen şeydir.
Bergson’a göre, aynı zamanda kavramlaşmamış bilgi demek olan “sezgi diye adlandırdığımız şey, onda biricik ve bu itibarla da dile getirilemez olanla tam bir örtüşme yakalamak üzere bir nesnenin / konunun içine kendimizi taşıdığımız sempatidir.”
Heidegger, bir filozoftan daha fazlası, belki de bir bilge olarak, söz konusu sempatinin tezahürü olan sezgiyi, geleceğe ilişkin kimi durumların şekillenebilme olasılığı üzerinde, bir ima’nın ötesinde işletebilmiş nadir zatlardan biridir.
Henüz ortada olmayan “sosyal medya” ile ilgili, sezgi yoluyla yaptığı şu tespitleri buna örnek olarak verebiliriz:
“Başkaları kim?’ diye sorulduğunda, şu veya bu diye cevap verilememektedir. Dasein’in kendisi de değildir bu. Belirli bir sayısı olmadığı gibi herkesin toplamı da değildir. Kim bunlar, diye sorulduğunda cevap, geçişsiz ve nötr bir ‘herkes’tir.
(…) Umumi toplu taşıma araçları kullanılırken ya da habercilik araçlarından (gazete) yararlanılırken herkes herkes gibi olmaktadır. Böyle bir hep-beraber olmaklık, kendi Dasein’ımı ‘başkaları’nın varlık minvali içinde tamamıyla halledip eritir. Böylelikle başkalarının birbirinden farkı ve serahati daha da kaybolur. İşte böylece herkes, kendi sahih diktatörlüğünü bahse konu dikkat-çekmezlik ve tespit-edilemezlik içinde meydana çıkarır. Biz de artık herkes gibi keyif alıp eğlenir oluruz. ‘Herkes’ gibi sanat ve edebiyat okur, izler ve görüş beyan eder oluruz. Keza ‘herkes’ gibi ‘büyük kalabalık’tan kendimizi geri çeker oluruz. ‘Herkesin’ rezil dediğine biz de rezil diyor oluruz. Herkes belli değildir, ama ‘herkes’tir (fakat ceman yekün değildir). Hergünkülük varlık minvalini tayin eden herkestir.”
Herkesliği doğal olarak kamu’ya irca eden Heidegger, “(K)amu (…) özü gereği hem haletiruhiyeye ihtiyaç duyar, hem de onu kendisi için hazırlar. Hatip hem kamuya hitap eder, hem de kamudan hareketle konuşur. Bu yüzden de o haletiruhiye imkanlarının idrakinde olmak durumundadır, onları doğru surette uyandırıp yönlendirebilmek için” dedikten sonra, herkesliğin ve kamunun müşterek fenomenlerinden biri olan “lakırtı”yı da şu şekilde temellendirerek, sezgiciliğini doruğa çıkartır:
“(S)öz, üzerinde konuşulan var olanla birincil varlık rabıtasını kaybettiğinden veya zaten kazanmamış olduğundan, kendisini muhabere ederken bahse konu var olanı kendisine asli biçimde mal etmemekte ve daha ziyade ‘gevezelik’ ve ‘dedikodu yapmak’ suretiyle kendini aktarmaktadır. Hakkında konuşulanın bizatihi kendisi, artık daha geniş daireler çizmeye başlamakta ve egemen bir karaktere kavuşmaktadır. Bu böyledir, çünkü herkes öyle demektedir, deniyor olur artık. İşte lakırtı tam da bu gevezelik ve dedikodu yapma içinde tesis olunur. Bu yüzden zaten başlangıçta sağlam bir zemin üzerinde durmuyor olmaklığımız artık tümüyle zeminsizlik seviyesine düşmektedir. Bu durum sadece sözsel gevezelikle sınırlı olmayıp, yazılı olana da sirayet ederek kendini ‘çalakalemlik’ olarak yaygınlaştırmaktadır. Buradan doğan dedikodu, bir tevatüre dayanıyor değildir. Çünkü o, okunulanlardan beslenmektedir. Okurun vasati anlayışı, neyin asli olup çekip çıkarıldığının ve kazanıldığının, neyin dedikoduya dayandığının ‘asla’ ayrımına ‘varmaz’. Dahası vasati anlayış, böylesi bir ayrımı istemeyecek ve hatta bu ayrıma ihtiyaç bile duymayacaktır, çünkü vasati anlayış zaten her şeyi anlamış olmak demektir.”
Heidgger’in bu tespitlerini alıntıladığım Varlık ve Zaman (Türkçesi: Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul 2011) adlı kitabının 1927 yılında yayınlandığını göz önüne aldığımızda hem onun sezgi gücü hem de bu sezgiden neşet eden yaklaşımlarının değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Çünkü bugün itibariyle yaklaşık 90 yıl (neredeyse bir asır) öncesinden bugüne gelen söz konusu düşünceler / tespitler, herkesliğin kanıksanmasına, şahsiyetsiz kamunun şahsiyetler üzerindeki baskısına, sosyal medyanın bugünkü durumuna, lakırtının ve gevezeliğin hegemonyasına, çalakalemlik illetinin yaygınlığına… göre doğrudan şimdiki zaman kipinde ifade ediliyor gibidir.
Dolayısıyla Heidegger’in sadece ‘çalakalemlik” konusundaki tespitleri bile, zihnimizde şak diye onlarca ismin kuyruğa girivermesine neden olabildiğine göre, sosyal medya (ve elbette bizatihi medya) adlı illetli (hastalıklı) yapının, herkeslik, kamusallık, lakırtı… üzerinden icra ettiği vasatlaştırma, düşünmekten muaf kılma fiilleri elle tutulur hale gelivermektedir.
Bunlardan hareketle söyleyebileceğimiz şeyler, elbette salt sosyal medya karşıtlığıyla sınırlandırılabilecek şeyler değildir.
Faraza, yazar olma heveslilerinin, çalakalemlik fenomeni bağlamında yazma konusunu yeniden düşünmelerini tavsiye etmek bile başlıbaşına bir yarar sağlayacaktır.
Yazarlık heveslilerinin, en azından “öykü, roman, şiir, deneme… yazmamın nedeni nedir; bu sahalarda nasıl bir boşluk belirledim ki onu doldurmaya talip olayım” diye sormaları, onları daha başlangıçta vasata dahil olmaktan, lakırtı ve gevezelik yapmaktan, dedikoduculuğa düşmekten… alıkoyacaktır.
Yukarıda zikredilen fenomenler bağlamında, hep-beraber bir berabersizlik olan sanal medya ile kuracağımız ilişkinin (ya da ilişkisizliğin) yazarlıkla ilgili soru eşliğinde sorulabilecek farklı sorularla ancak akli, mantıklı, tutarlı ve değerli bir zemine oturtulması mümkün olabilecektir.