“Ne kadar sık fikir değiştiriyorsun, Manolo!”
“Hayır, Pepe, yok öyle bir şey.”
“Öyle Manolo. Önce monarşi yanlısıydın. Sonra falanjist oldun. Ardından demokrat. Kısa bir süre öncesine kadar sosyalistlerleydin ve şimdi de sağcısın. Hâlâ hiç fikir değiştirmediğini mi söylüyorsun?”
“Evet, Pepe. Ben hep aynı şeyi düşündüm: Bu kasabanın belediye başkanı olmayı.”
Kıssadan, tutarsızlığın yerilmesi gibi yönünde bir hisse çıkacak gibi görünüyor. Öyle ya, bir ideolojik daldan ötekine atlayıp duran mahir bir maymunla karşı karşıya olabiliriz. Bu haliyle monarşiyle demokrasiyi, sosyalizmle sağcılığı aynı bünyede bağdaştırabilen bir kıvraklığa da sahip Manolo. Ama aynı kıssa bize Manolo’nun bir tutarlılık müdafaasını da sunmuş oluyor. Siyasetteki her vaziyet alışı, tutarlı bir biçimde aynı hedefe, kasabanın belediye başkanı olmasına yönelik. Şu durumda Manolo tutarlı mı, tutarsız mı? Ya da Pepe, onu tutarsızlıkla suçlama hakkına sahip mi, değil mi?
Manolo’nun ucuz ve biraz da ikinci sınıf bir politikacı olduğunda şüphe yok. Nitekim kariyerindeki zirveyi kasaba belediye başkanlığı oluşturuyor. Vilayet belediye başkanlığına, oradan da belki milletvekilliğine uzanan bir siyasi yolculuğu olmayacak. Çünkü siyasi manevralarını yine siyasi düşünce ve temellendirmenin içinde kalarak izah etmek ve mesela, sosyalistken sağcıya dönüşmesini, bugünün sağının yeni bir sağcılık önerdiğini ve aslında sosyalizmin temel tezlerini uygulamak için en elverişli vasatı sunduğunu filan iddia etmeye çalışmıyor. Öyle dümdüz, “kasaba belediye başkanlığı” diye kestirip atıyor.
Şimdi kritik bir eşiğe geliyoruz: Manolo şayet nihai cevabını belediye başkanı olmak şeklinde vermemiş olsaydı, bütün bu fikirler arasındaki gezintisini belli ölçüde hoş görebilir, hatta “hakikat arayıcısının seyir defteri” olarak da okuyabilirdik. Aradığını bulmak için hangimiz hangi fikri mevzileri, hangi felsefi pozisyonları terk etmedik ki? Bu terk edişlerin ihsas ettiği şey uyanıklık ve iş bilirlik değil, çoğunlukla fikir çilesi, hakikatin peşine düşmek, aramaya verilen emek gibi saygı duyulası eylemler değil midir? Hele Türkiye gibi, son yüz elli senesinde her türden değerli fikre ve istikamet arayışına karartma ve gölgeleme uygulanan bir ülkede, standart eğitim tezgahından geçen her ferdin, ölümüne sahip çıktığı o fikri mevziyi kurcalaması, sorgulaması akıl karıdır.
Dolayısıyla tutarlılık adına, ideolojik ve fikri mevzimizi ölümüne savunmak çok da matah bir şey değil. Hakikatin kendisi, mevzimizden daha değerlidir. Manolo bunları işitseydi sanırım mutlu olurdu. Fakat, aslında işine hiç yaramayacak ve hatta günün sonunda pişmanlık verecek olan bu tespitimizden kendisine bir pay çıkartabilmesini, onun bir kasaba politikacısından daha fazlası olamamasına bağlayabiliriz. Çünkü…
Çünkü Manolo’nun derdi hakikat değil. Manolo’nun derdi fikrin izini sürmek, dünyayı anlamlandırma çabasına bir çerçeve bulmak, varlıktaki yerini izah edecek o büyük şemaya ulaşmak değil. Manolo, ahlakla hukuk arasında, ruhla beden arasında, Tanrı’yla insan arasında bir mesafe bulmuyor, bulup da o mesafeyi kapatmaya çalışmıyor, çalışıp da krize girmiyor. Çünkü onun olayı basit ve sası: Kasabanın belediye başkanı olmak. Bu yüzden fikri bir mevziyi, kendi türünden olan, yani fikri bir başka mevzi için terk etmiyor. Fikri, soyut ve manevi bir mevziyi, somut, maddi ve dünyevi bir mevzi için terk ediyor. Hatta bütün mevzileri kendisi için kurban ettiği mevzi bu dünyevi olandan başkası değil.
Sırf dünyevi olan, mahza dünyevi olan, sadece dünyevi olan kirletir. Fikri de, arayışı da, mevzi değiştirmeyi de, siyaseti de. Siyaset, daha üst ve basitçe dünyevi sayılamayacak ilkelerin ve ülkülerin hizmetinde olmak zorundadır. Siyasetin, koltuğu korumaya kilitlenmesi, koltuğu korumak adına her türden mevziyi ve değeri harcama sonucunu hızla doğurur.
Tersi ise, yani dünyevi bir beklentiden kaçırılabilmiş bir arayış ise, daldan dala, mevziden mevziye, hizipten hizibe savrulma gibi görünse de ve hatta tutarsızlık olarak etiketlense de aslında kulak verilmeye değerdir.