Hedef Türkiye ise terör meşrudur

Hangi makaleyi okursak okuyalım terör ile ilgili olarak evvela terör kelimesinin Latince kökenli olduğu ve “korkudan titremek” manasına gelen ‘’terre’’ kökünden türediğini görürüz. “Korkutmak, korkutarak gerçekleşmesi arzu edilen şeylerin gerçekleşmesini temin etmeye çalışmak, korku salmak, korku salarak oluşturulan kaotik ortamın sonuçlarından medet ummak” gibi başkaca tanımlara da rastlarız. Bu tanımlardan yola çıkacak olursak eğer ‘şiddet’ kavramına ulaşırız. Bu yönüyle düşünüldüğünde kavramı insanoğlunun var edildiği tarihlere kadar taşımak mümkündür. Lakin tek başına şiddet kavramı terörü karşılamaya yetmez. Bununla birlikte bazı kavramsallaştırmalara ihtiyaç vardır.

Bugünün dünyasında terör tanımının üzerinde bir uzlaşının sağlanamadığını da ifade etmemiz gerekir. Her devlet, her uluslararası yapı, her toplum bulunduğu zeminden hareketle bir tanım getirir teröre. Kimi zaman, kitlesel üretimin karşısında aciz düşen emek sahiplerinin eylemleri, kimi zaman ayrılıkçı hareketler, kimi zaman bağımsızlık talepleri, kimi zaman toplumsal taleplerin peşine düşmek terör sayılmıştır.

Bu tanımlamaların hemen hepsinin anlam dünyasında terörün tanımı içerisine bir anlamda siyasal kavramsallaştırmanın yerleştirilmiş olduğunu görürüz. Siyasal kavramsallaştırma ile birlikte bir ideolojik tanımlama da kaçınılmazdır.

Siyasal ve/veya ideolojik tabandan hareketle üretilmiş ve bir sarmal haline dönüşmüş şiddetin yanına öyle sanıyorum ki var olan bir (kabul edelim ya da etmeyelim) otoriteye karşı olma halini de tanımın içerisine yerleştirebiliriz.

Öyleyse, ideolojik zeminden yola çıkarak siyasal bir talebin karşılanmasına mecbur bırakma maksadı güden, otoriteyi ve o otoriteyi meşru kabul eden toplumu hedef alan propagandanın da eşlik ettiği şiddete biz terör diyoruz.

Uluslararası toplumun terörün tanımı hususunda uzlaşamamış olmasının sebebi de yine bu dört kavrama bakış açısındaki farklılıklarda yatar. Taraf olduğunuz ideoloji, siyasal taleplere yüklenen anlam, şiddetin hedefindeki otoriteye ve o otoriteyi meşru kabul etmiş olana bakış açısı şiddeti meşrulaştırıp meşrulaştırmamanız sonucunu doğurmaktadır.

Bugünün dünyasında bir örgüt ya da örgütün lideri kimilerince özgürlük savaşçısı olarak ilan edilirken kimileri tarafından terörist olarak kabul görmektedir. İster son yıllarda Libya’dan Irak’a, Yemen’e, Somali’ye kadar olan bölgede yoğunlaşan şiddet eylemlerini, ister Orta/Güney Amerika’da bir dönem çokça konuşulmuş olan örgütsel şiddet faaliyetlerini, ister Srilanka’dan Filipinler’e kadar olan geniş havzadaki siyasal amaç uğrunda şekillenen şiddet organizasyonlarını, isterseniz Kafkaslar’dan, Afganistan, Pakistan, Hindistan bölgesine kadar uzanan hattaki örgütlü şiddeti ele alın hemen hepsinde uluslararası aktörlerin taraf oldukları ya da karşısında durdukları yapıları görebilirsiniz.

Ülkemizin bugüne dek savaş verdiği Asala’dan PKK’ya, FETÖ’den, DHKP-C’ye, DEAŞ’a kadar çok sayıda terör örgütünün dünyaya istikamet veren uluslararası güçlerin ittifakıyla terör örgütü sayılmamış olması gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir. Oysa, her birinin bir ideolojik temeli vardır. Hepsinin bir siyasal hedefi söz konusudur. Şiddete başvurmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türkiye Cumhuriyeti tebaasına kastetmektedirler. Hepsi alçak bir propaganda çerçevesinde faaldirler.

Terörün tanımı çerçevesinden baktığımızda, ideoloji, siyasi talep, otoriteye karşı gelme ve şiddet bağlamlarında en ufak bir tereddüdün söz konusu olamayacağı kadar her şeyin gözümüzün önünde alenen cereyan ettiğini düşündüğümüzde çıldırtıcı bir uzun dönemi yaşadığımızı biliyoruz. Öyle ki, bu örgütler, kullandıkları silahlardan, propaganda alan tahsisine, eğitim kampları organizasyonundan, meşruiyet kazandırma faaliyetlerine dek birçok alanda da bahse konu uluslararası aktörler tarafından desteklenmektedirler. İş, o denli ileri düzeye varmış durumdadır ki, ana muhalefet partisinin yönetim kadrolarının dahi terör örgütü tanımlaması yapamamasına kadar varmıştır. PKK uzantısı örgütlere bakış açısından tutun FETÖ’ye kadar birçok alanda bu husus karşımıza çıkmakta ve canımızı yakmaktadır.

Öyleyse burada bir tanımlama sorunu yoktur, durulan yer ve alınan pozisyon sorunu vardır. Uluslararası aktörlerin, Türkiye’nin durduğu yer ve aldığı pozisyona yönelik olarak geliştirdiği itiraz biçiminin ve nefretin bir getirisi ile karşı karşıyayız.

Hal böyle olunca, karşınızda iki seçenek kalmaktadır; ya uluslararası aktörlerin durduğu yerde duracak ve ona göre yeniden pozisyon belirleyeceksiniz (ki bizden istenen budur), ya da durduğunuz yeri muhkem hale getirip aldığınız pozisyona göre davranmaya devam edeceksiniz.

Türkiye’nin, yine bir başka muğlak konu olan uluslararası hukuka dayanarak terörle mücadele bağlamında El-Bab ve sonrasında Afrin’de giriştiği sınır ötesi harekatın böyle anlamlı, ilkeli bir yanı vardır. Elbette ki, bu ilkeli duruş zordur ve kuvvetle muhtemeldir ki, uluslararası arenada bu duruşun ve alınmış olan pozisyonun ödetilmesi gereken bedelin neler olabileceği hususunda müzakereler yürütülmektedir.

Bu alanda başarı sağlanmasının en önemli yollarından biri, teröre karşı geliştirilen toplumsal mutabakattır. Uluslararası güçlerin bu toplumsal mutabakata yönelik suikast girişimlerinin bir neticesi olarak iç siyasette kaosa dair yaptıkları yatırımlarla karşılaşıyor olmamızın böyle bir anlamlı tarafı vardır. Unutmayalım kaos ortamları üretme çabası da teröre dahildir. İstedikleri şey kaos değil ise, istedikleri şey toplumsal mutabakatımıza kastetmek değilse eğer, ülke içinde kimi mahfillerin “FETÖ bir terör örgütü ama FETÖcülerin ne işi var hapiste”, “terörle mücadele edelim ama sınır ötesine gitmeyelim”, “ordumuzun yanındayız ama ne işimiz var Afrin’de”, “beka sorunumuz var evet ama bu beka sorununu üretenler terör örgütleri değil devleti yönetenlerdir” gibi komik söylemlerin hangi tutarlı yanı olabilir ki?

Türkiye nefretinin geldiği nokta terörü meşru kılacak düzeye varmıştır. Uluslararası sistem bize şunu söylüyor aslında; Hedef Türkiye ise terör meşrudur.