Şehirlisiniz ve bir miktar da eski kafalısınız. Kurban Bayramı öncesinde yapmak istediğiniz şey bellidir: Bayramdan önceki hafta içinde kurban pazarına gidersiniz. Bir takım yanık suratlı, iştahlı, hayattan beklentisi fazlasıyla muayyen adamlarla pazarlığa tutuşursunuz. Siz o hayvanları senede bir kez o yakınlıkta izlerken, hangi hayvanın niçin kurban edilmeye değer olduğuna dair son derece kıt bazı ölçütlerle etrafı tararsınız. Çoğu kez, içlerinden en fotojenik olanını seçmeniz, en sevimli görünenine meyletmeniz olasıdır. Kurbanlık hayvan hakkındaki fikrinizi belirleyen biraz da kartpostallardaki kurbanlıklardır. Buna karşılık o yanık ve kalın derili adamlardan biri, sizin çok da itibar etmediğiniz bir hayvanın sırtında elini sertçe gezdirir ve size o hayvanın çok iyi kurbanlık olduğunu söyleyiverir. O el gezintisi, onun hayvanı keşfetmesine yetmiştir. Sizse gözünüze hitap ettiğinden emin olmadığınız o hayvanı hala yadırgıyorsunuzdur.
O adamlar, hayvanları sağa sola çekiştirip duruyor görünseler de, sizin o hayvanlardan birini beğenmenizi istediklerinde onu kucaklarında bir tartıp sonra hoyratça yere atıverseler de, kanlı canlı bir hayvanla sizin gibi senede birkaç kez temas etmedikleri, aksine onlarla bir hayat sürdükleri çok bellidir. Hayvanlarla nezaket ilişkisi değil, aile ilişkisi kurmuşlardır. O hayvanların her biriyle uzun aylar geçirmişler, onların her birini otlaklarda, bayırlarda gezdirmişler, huyunu suyunu bellemişlerdir. Hatırlı birinin selamıyla o satıcıya gitmişseniz ya da diyelim ki aranızda uzaktan akrabalık filan varsa, sizi belli belirsiz daha iyi olan kurbanlıklara yönlendirirler. “O sana gelmez enişte, sen şunu al” gibi, izah, şerh ve ikna çabası içermeyen bazı laflar gevelerler. Onun eti şöyledir, bunun otlağı şurasıdır gibisinden, size hemen hiçbir şey söylemeyen, ama kendilerince son derece ikna edici gerekçeler ileri sürerler.
Kurban Bayramı’ndaki bu pazar deneyimi, bence 2018’in dünyasında benzersiz bir deneyimdir. Modern insanın hayatından ihtiyaç duyduğu hayvanlar çıktığı için, artık hayvanlarla bir ihtiyaç ilişkisi kurmamaktadır. Artık ne kendisini, ne de yükünü bir hayvan taşımaktadır. Artık evini, malını bir köpek değil, alarm sistemleri korumaktadır. Artık yumurtasını marketten almaktadır. Dolayısıyla hayvanlara muhtaç değildir. Bu sebeple onlara, kendilerine muhtaç olduğu zamanlardaki gibi davranmamaktadır. Muhtaç olduğunda, sanılanın aksine hayvanla daha denk bir ilişki kurmaktaydı. O hayvanların yemlerini, sularını, sağlıklarını gözetmesi aynı zamanda onlardan yararlanmasının da bir yoluydu. Bu yüzden kendisini hayvanlara daha borçlu ve daha muhtaç hissediyordu. Artık bu ihtiyaç ilişkisi kalmadığı için, hayvanlardan kendi seçtikleriyle sevgi ilişkisi kurmaya başlamıştır. Mesela bazı dağ köylerinde katır temel taşıma hayvanıdır. Eşekten daha iridir, attan daha dayanıklıdır. Ama artık katıra ihtiyacımız kalmamışsa, katırı sevmemiz de kolay değildir. Seçmece bir sevgi imkanına sahip olduğumuzda, eciş bücüş eşeği ya da soysuz katırı değil, asalet simgesi olan atı seçeriz.
Modern insanın hayvanla kurduğu izleme-gözetleme ilişkisi ise daha az karmaşıktır. Onları, onların farkında olmadıkları biçimde belgesellerde izleriz. Belli bir içgüdü sebebiyle gizlice yapmaya çalıştıkları şeyi röntgenlemeye çalışırız. Yine onları hayvanat bahçelerinde izleriz. Tellerin ve camların arkasında canı sıkkın hayvanların alenileştirilmiş hayatlarını gözetleriz. Onları sirkte, kafeslerde, dev akvaryumlarda izleriz. Bütün bu izleme ameliyeleri, zihnimizi her an bulandırmaya hazır bir hayvan mantıksızlığına yönelik bir kavrama çabası da içerir. Zihnimiz, kuşatamadığı bir dünyanın bu “akılsız” aktörlerini anlamak, konumlandırmak ve sınıflandırmak için uğraşmaktadır.
Ama işte bir kurban pazarında bu dengelerin değiştiğine bizzat şahit olabiliriz. Üzerimize borç olan bir ibadeti yapabilmeyi kendisine borçlu olduğumuz bir hayvanla karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliriz. Onunla ilişkimizi, onu sevmek ve onun tarafından sevilmenin dışında bazı gerekçeler belirler. Onu sevme gerekçemiz duygusal bir doyum arayışı değil, onun bir ibadetimizdeki ortağımız olmasıdır. O hayvanı izlemek için değil, ölüm-kalım gibi ciddi bir gerekçe sebebiyle oradayızdır. Bu dilsiz, teslimiyet içindeki, günahsız varlıkların sahip oldukları tatlı canlarını tartışmaya açmışızdır. Bir hayvanın masumiyeti ve bir ibadetin ancak o hayvanın kanıyla mümkün olması arasındaki gerilim bizi, gündelik hayatta aşina olmadığımız “trajik olan”a yaklaştırır. Sonra “göklerden” bir emir gelir ve “trajik olan” hakkında bir ders alır, merhametin doğası hakkında aydınlanır, Allah’ın emrinin duygularımızı bir düzene sokmasına, Allah’tan çeşitli boyutları olan (mesela kurbanı kesmek büyük harfle başlayan Merhamete mani değildir ama kurbanı keserken yine de nezaket ve inceliği elden bırakmamalıdır vs) bir merhamet eğitimi almamıza izin veririz.
Kurban ibadetinin karşısına hayvan hakları iddialarıyla çıkmak, bu eğitimden mahrum olmakla ilişkilidir.