Tabi o vakitler epey genciz. Harun, Nurullah ve benim, öylesine “takıldığımız” bir mekanımız var. Burada bir de telefonumuz var. Telefonun numarası, doksanlı yıllara dair kroniklerde “salgın” tesmiye edilen yerel radyolardan birinin numarasıyla aynı. Tabi ki aynı değil de, aynı gibi, bir rakam filan farklı.
Bizim bu numara, öğleden sonraları susmamacasına çalıyor. Hevesli ablalar, mahçup teyzeler arıyorlar: “Bi dakika teyze, burası radyo değil”, “Değil ablacığım, onunki 77’yle bitiyor”, “Bağışlayamazsın teyze, çünkü radyo değiliz”.
Hadise şu: “Dini, içtimai, milli” bir yerel radyo, öğleden sonraları, salavat bağışları, hatim kampanyaları, tevhid zincirleri düzenliyor. Bir gün, rekora koşmak isteyen gençten bir sunucu, ertesi gün heyecanlı bir davudi ses, habire hatim sayıyor, salavat biriktiriyor, milyonlar, son beş dakikalar, geç kalmayınlar arasında bir hengame pazar kuruluyor.
Allah affetsin, (biz de az hırt değilmişiz ki) ısrarla çalıp duran telefonların verdiği bıkkınlıkla, aramalara arada bir radyoymuşuz gibi cevap vermeye, o hatimlerin, salavatların bir kısmını hesaba güya yazmaya, Allah kabul etsin teyzeciğimlere de başlayıverdik. Dedim ya, epey gençtik.
Gençtik ama hatm-i şerifleri (hatimleri değil), salavat-ı şerifeleri (salavatları değil), kelime-i tevhidleri (tevhidleri değil) hoyratça sayıya vurmaya, bunları bir radyonun reklamlarına meze yapmaya, giderek sayıların ve rakamların dünyasına hüzünle gömülen bir evradü ezkar, bir tilavet-i şerife yarışına girmeye karşı bir isyandı belki de yapmaya çalıştığımız.
Ramazan gelince, benzer biçimde bir sayı ve skor fetişizminin tahrik ettiği bir yarışın tekrar başladığını üzülerek görüyoruz. Manzara hüzün verici. Vakıflarımız, kurslarımız, müftülüklerimiz, hemen hiç biri de üçe ya da kırka razı olmadan, illa ki on binli, milyonlu sayılara gözlerini dikerek “kampanyalar” yaptılar. Belediyelerin otuz bin kişilik sofra, kırk bin kişilik kumanya gibi sayıdan haz devşirmelerine aşinayız ama bazı müftülüklerin de o belediyeler gibi, hafifliğe gönül indirerek, “projeci müftülük” olmaları, dedim ya hüzün verici.
Bu “projecilik” kıyamet alameti gibi bir şey. Altında yatan, yolu genellikle bid’ate yani yeni ve şaşırtıcı bir şey ihdas etmeye çıkan bir gayretkeşlik. Oysa din-iman bahislerinde projeci değil, efendi olmak icap eder. Ulemanın, urefanın, cumhurun yani şu kadar bin senelik ırmağın açtığı bir yatak var. Bu yatağı terk etmeyi göze almak büyük cüretkarlıktır. Kestirmeden söyleyeyim: Osmanlı ulemasının tensip etmediği, tasvip etmediği, takdir etmediği bir sosyo-kültürel dini uygulamayı icat etmek risklidir. Bir dini etkinliğin sosyo-kültürel olması tarafıyla, bir çığır demek olduğu, çığır açmanın da peşinen o çığırı izleyenlerin sorumluluklarını almak demek olduğunu bize hadis-i şerif bildiriyor.
Gelenekte, sembolik değeri olan kırk gibi, yetmiş gibi rakamların üzerine bina edilmiş bazı uygulamalar olduğunu biliyoruz (Mesela kırk Yasin-i Şerif). Bu rakamların Arap örfünde çokluktan kinaye yerine kullanıldıkları durumları da akılda tutarak, bu mütevazı ve temeli olan rakamlara erişmeye çalışmanın, bir kampanyayı başarıya ulaştırmaya benzeyen hiç bir tarafı yok. Kişinin kendi kuşe-i uzletinde ya da beş-on kişinin kendi halkasında icra edip kalkıp gittiği, doğalında cereyan eden, alçakgönüllü, bağırmayan ve organik durumlar bunlar.
Sorun, rakamları modern kampanyaların ve rekor alışkanlıklarının hizasına çekince, on binli, milyonlu yani geleneksiz, köksüz, temelsiz rakamlara tahvil edince gerçekleşiyor. Çokluktan kinaye değil, hakikaten çok olması istenince sorun çıkıyor. Bilinmiyor ki, çokluktan kinaye bir tevazu ifadesidir. Çünkü ne kadar “çok” yaparsak yapalım, biliriz ki hep azdır, hep yetersizdir. O yüzden biz de, bir kinaye sınırında dururuz. Hal diliyle şöyle denmiş olunur: “Allah’ım, çok yapmak istiyorum ama bu çokluğun senin azametin ve otoriten, senin ikramın ve ihsanın karşısında bir hükmü yok. O yüzden, çokmuş gibi yapacağım, sen de azımı çoğa say.” Oysa bu modern kampanyalar, çok yapmak, en çok yapmak, başarmak istiyor.
Bu kampanyalara katılan teyze, amca, kardeş elbette kendi ecrini alır. Ameller niyetlere göredir. Ama onlara yön ve istikamet vermesi gereken bir mercinin, nereden başlayıp nasıl yapacağını tam bilemeyen bir Müslümanı, çarpık alışkanlıkların içine sürüklemesi bağışlanamaz.