Gazetede bir haber: Afrika’nın ücra bir köşesindeki bir köy, Müslüman davetçiler eliyle İslam’la tanışmış. Önce İbrahim, ardından bütün köy Müslüman olmuş.
Davetçiler Katar’danmış.
Bu haber, içerdiği bütün iyimserliğe ve ümit vadeden diline rağmen, şu soruyu uyandırmaktan geri kalamıyor: Acaba, hangi tip Müslüman oldular? Sufi mi, selefi mi, Şii mi, mealci mi, Sünni mi, harici mi?
Bu, yeni bir soru değil. Tarih, bu saydığımız akımların tamamına mensup davetçilerin, İslam Dünyasının dört bir yanında gösterdikleri faaliyetlere şahit oldu. Gizemli İsmaili dâîlerden, sufi tebliğcilere kadar, Balkanlardan Cava adalarına dek geniş bir coğrafyada yüzyıllarca İslam’a çağıran, ama kendi meşreplerine münasip bir İslam’a çağıran davetçiler bulundu. Bu çağrılar bazen yeni, mezhep-merkezli devletlerin kurulmasına yol açtı, bazı büyük savaşların ikna edici gerekçelerini oluşturdu.
Biz Türkler, İslam milletinin yekun tutan bir miktarını yönetme ve tamamıyla temas kurma yeteneğine sahip bir devlet kurmakla, ana akıma vaziyet ettiğimize kaniydik. İslam’ın, geniş kabul görmüş bir idrakini temsil ettiğimizi düşünüyor, devletle dini aynı anda koruma refleksine hitap eden biçimde Sünni olmayı vazgeçilmez buluyorduk. Ama bununla birlikte, devletin taşıdığı iyimserlik ve özgüven sayesinde, muhalif seslere yönelik bir engizisyon geleneği de yaratmış değildik.
Safevi-Şii tehdidinin canlı olduğu dönemlerde, seyyidü’ş-şüheda Hz. Hüseyin Efendimizle ilgili mersiyeler ve maktellerin sayısı nispeten azdır. Ama bu tehdidin kalktığı tarihlerden itibaren, özellikle de on sekizinci yüzyıldan sonra Kerbela mersiyeleri ve maktellerinde gözle görülür bir artış olmuştur. Bunun bir kaç türlü izahı olabilir: Bektaşiliğin ilgasıyla birlikte, Bektaşilerin başka tariklerde kendilerine yer bulmaları ve böylece birçok “Sünni” tarikte Bektaşi zevkinin mayalanma imkanı bulması bir izahıysa, bence daha önemlisi “devlet”in, tehdidin kalktığını hissetmesi sebebiyle gösterdiği hoşgörüdür. Osmanlı, devletin yapısına tehdit oluşturmadığı sürece, marjinal akımları bile “genellikle” idare etmiş, imha etmeyi tercih etmemiştir. Marjinal derken, öyle böyle değil, esrar tekkelerinden, dilenci tarikatlardan, üryan gezen taifelerden bahsediyoruz.
Ama böyle bir otoriteniz yoksa işler değişir. Çünkü bu türden bir otoritenin, bağlılarına temin edeceği başlıca tavırlar iyimserlik ve özgüven olacaktır. İyimserlik: Çünkü işler kötüye gittiğinde müdahale edebilecek gücünüz olduğuna dair bir kanaatiniz vardır. Özgüven: Çünkü siz güçlü olduğunuz sürece işlerin o kadar da kötüye gitmeyeceğine inanırsınız.
Yazının başındaki habere konu olan coğrafya bugün bizim üzerinde söz sahibi olduğumuz bir coğrafya değil. Bu sebeple, bu habere karşı olan heyecanımız, kötümserlik ve özgüven eksikliğiyle yaralanıyor.
Ama bu da bir şey mi? Daha kötüsü var. Marjinal akımların bile, inanç skalasında kendisine yer bulabildiği bir iklimden, aşağı yukarı hepsi ana akıma tekabül eden ve bazı meşrep farklarıyla birbirlerinden ayrılan akımların, hiziplerin, tarikatların, cemaatlerin, hocaların bile birbirlerini imha etmeye çalıştıkları bir iklime geçiş yapıyoruz.
Hocaların ya da meşreplerin peş peşe itibarsızlaştırılmasından kim kazançlı çıkar sizce?
Dinine, diyanetine, imanına, geleneğine ilgi duymaya başlamış bir kişinin önünde takip edebileceği seçeneklerin hızla tükendiğine şahit oluyoruz. Son zamanlarda sık sık gençlerin deizme savrulduklarına dair haberler okuyoruz. Deizm, epey hızlı bir özet yapmak gerekirse, dindeki insani otoritenin devreden çıkartılması demek. Ama bunu sadece peygambersiz bir Tanrı anlayışı olarak anlamayalım. Peygamber varisi olan her türden otoritenin aşınması, deizmle kurulacak irtibatın yeşereceği bir vasatı besler. Sonuç: Tanrı iyi ama adamları kötü, sınırı.
Eğer insanla İslam arasındaki engellerin kaldırılması gibi bir derdimiz yoksa, nefret ve hırs ateşinde patlattığımız mısırlarımız, helal sertifikalı kolalarımızla “yesinler birbirlerini” de diyebiliriz, “bizimki sizinkini yesin” de. Ama memleketin İslamsızlaştırılmasından endişe duyanların safındaysanız, hocaların, İlahiyatların, medreselerin, müftülerin, alimlerin tamamının birden itibarsızlaştırılmasına göz yumamazsınız.