Hac, zikri olan kelime-i şehâdeti, bedenî olan namaz ve oruçla ve malî olan zekat ibadetlerini, zikrî, bedenî, malî olması yönünden kendisinde toplayan, İslam’ın beş şartından biridir.
Haccın mekanı, başta Kabe olmak üzere, Mekke’nin içinde ve periferisinde Allah tarafından işaretlenmiş, Peygamberi tarafından gösterilmiş yerlerde, Peygamber’in ibadet ettiği gibi ibadet etmektir.
Hacı olmanın ilk anlamı da buna göredir:
Hacı, Allah’ın sıhhî ve malî bakımdan hac emrine muhatap olan müminin, Peygamber, hac maksadıyla nerede bulunmuş ve orada nasıl davranmışsa, Mekke’ye (ve Peygamberine hürmeten Medine’ye) giderek, orada onun bulunduğu gibi bulunması ve onun davrandığı gibi davranmasıdır. Bu, bir müminin hem ilâhî emri yerine getirmesi hem de bu nedenle hacı olarak anılması için yeterlidir.
Ama değil mi ki, “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.” (Buhari, Bed’ül-vahy 1, İman 41, Nikah 5…)
Mümin ise, bilebildiği bilginin mahallidir ve o halde yeteneğine, nasibine bağlı olarak, kulluğunu ancak belirli bir vakte, mekâna ve hâle uygun olarak idrak ve icra edebilir.
Haccın manası herkese göre farklı
Hal böyle olunca, haccın hem emir olarak yerine getirilmesinin hem de hacı olmanın manası, her mümine göre farklılık arz eder.
Buradan baktığımızda örneğin hac, bütün övgülerin, alemlerin rabbi, sonsuz rahmetin ve sınırsız merhametin sahibi, hesap gününün yegane hakimi olan Allah’a mahsus olduğunu bilerek; müminin yalnız O’na boyun eğdiğini ve yalnız O’ndan yardım dilediğini, belirlenmiş bir vakitte, mekanda ve halde (ibadetle) lisan, beden ve hâl ile beyan etmesidir.
Bunları beyan eden, bu beyan edişinde kendisinin doğru yola iletilmesini, kendilerine iman ve hidayette sebat lütfedilmiş hayırlı kulların yolunda yürütülmesini; Allah’ın gazabına uğrayanların, dalalete sapanların yollarına yöneltmemesini Allah’tan isteyen kişiye hacı denir.
O halde hac, söz konusu beyanın ve talebin bizzat kendisinden yapıldığı Fatiha-i Şerife gibi, özel bir girişe, önsöze, öze ulaşmak; ulaşılan şeyin bilincine varmaktır. Bu varışın hakkını lisanen, bedenen ve hâl’en vermekle de hacı olmaktır.
Öyleyse söz konusu bilincin ve onun hakkını vermenin yolu nedir?
Mekke’den (ve Medine’den) bakalım ilkin:
İbrahim’in karısı Hacer ve oğlu İsmail tarafından kurulan Mekke, Kur’an’da Hz. İbrahim’in mütekellim ya da muhatap olarak zikredildiği şu üç ayetle kutsanmış bir şehirdir:
-“Ey Rabbim! Bu şehri korkulardan emin kıl; beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” (İbrahim Suresi, 35)
-“De ki, ben ancak Allah’ın yasak bölge yaptığı bu şehrin Rabbine ibadet etmekle emrolundum.” (Neml Suresi, 91)
-“(Ey Peygamber!) Bu şehre, sana her türlü eza ve cefanın reva görüldüğü bu Mekke şehrine, o değerli babaya ve evladına (İbrahim’e ve İsmail’e) yeminle söylüyorum ki, biz insanı zorluk ve sıkıntılarla boğuşabilecek güçte yarattık.” (Beled Suresi, 1-4)
Kimi tarihi kayıtları esas alarak, Hz. İbrahim’in MÖ 1600-1500’lü yıllarda yaşadığını farz edersek Mekke’nin kuruluşu da o tarihlere denk düşer.
Milletin şehri Mekke, ümmetin şehri Medine
Bu uzun geçmişe ve İslam tarihine göre Mekke, ait olunan ‘milletin’ şehri, Medine ise ait olunan ‘ümmetin’ şehridir.
Mekke ‘doğum’ şehri, Medine ise ‘devam’ şehridir.
Medine, İslam için gerçekliği apaçık bir tarih, Mekke içinse zorunlu bir anlama kılavuzudur.
Mekke (‘söz’ anlamında) ‘logos’ ise, Medine (‘sözün tahakkuku’ anlamında) ‘mânâ’dır.
Kendinden önceki semavi dinlerle farkının iyi anlaşılabilmesi, hükümlerinin önceki şeriatlarla karıştırılmaması için İslam’ın Hakikat Merkezi’nin (Mekke’nin) dışında teşekkül etmesi ve tekrar Merkez’e dönerek orayı ‘fethetmesi’ elzemdi. Dolayısıyla Medine, Merkez’i de kuşatan ve kimliğini Hz. Muhammed’in orayı teşrifinden, orada yaşamasından ve devletini orada kurmasından alan şehirdir.
Medine, ‘Kur’an’ olan Mekke’ye karşılık, ‘Furkan’ olan şehirdir.
Medine, Hakikatin (Mekke’nin) fatihidir.
Mekke özdür, Medine ömürdür.
Öte yandan Mekke’nin öz kazandırıcı olarak medeniyetlerin üstünde konumlandırılması İlahi vahyin, şeriattaki iç değişmeler (özü aynı, adı farklı olan şeriatlar) şeklinde Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e ulaşan ve Muhammedî Şeriat olarak yeni nesillerce miras alınan süreklilikle de bağdaşmaktadır.
Bu yaklaşımın isabetli oluşunu test edebileceğimiz bir diğer husus da Mekke’nin semavi inanışın temsil merkezi olarak Kâbe (ona eklemlenen nesneler ve hac eylemi) dışında, başka medeniyetlere mahsus maddi bir yüklemeyi (tapınak, anıt, bayram, festival vb.) bünyesinde barındırmamasıdır.
Medeniyetler Mekke’ye etki edemez
Diğer bir söyleyişle Mekke, Kâbe’nin sadeliğini koruyan ve dolayısıyla Allah’ın işaretlediği bir mekân olmasının dışında medeniyet esas ve araçlarıyla seçkinleştirmeyi, süslenerek öne çıkartılmayı, cilalanmayı reddeden bir şehirdir.
Mekânı (dünyayı) ahiretin köprüsü olarak vaz eden semavi bilginin temsil yeri olarak Kâbe ise o köprünün suretidir; köprü üzerine ise ev yapılmaz, sadece o köprüyü çevreleyen bir korunak düşünülebilir.
Mekke’nin hükmü (hem köprünün hem de hayatlarını o köprüyle ilişkilendirenlerin korunması anlamında) korunak olmasıdır; diğer bir söyleyişle Kâbe (haram bölge) Mekke’nin, Mekke ise Kâbe’nin mütemmim cüzüdür ki, bu yapı içinde medeniyetlerin ona etki etmesinin sözü bile edilemez ancak o yukarıda zikrettiğimiz idrak içinde medeniyetlere tevhidi bir öz kazandırır.
Bu yanıyla dünyevîliği de içkin bulunarak, hakikatiyle aşkın olan Mekke hiçbir sultan ya da muktedir tarafından yönetim merkezi (başkent) olarak kullanılmamıştır.
Mekke, Allah’ın ezelden ebede yegâne sahibi olarak, mümin kullarına hac (kendisine ibadet etmeleri) için tahsis ve emanet ettiği şehirdir.
Orada, Allah’ın evi (Beytullah), hacla ilgili Safa ve Merve gibi mekânları, kurbanlıklara ve hacca dair diğer sembolleri içeren nişaneleri vardır; “Kim bu nişanelere saygı ve ihtimam gösterirse bilsin ki, bu saygılı davranışlar kalplerdeki samimi kulluk bilincinin bir semeresidir.” (Hac Suresi, 32)
O halde bir hacı nelere karşı saygılı, ihtimamlı davranacak ve bunu samimi kulluk bilincinin semeresine nasıl dönüştürecektir?
Evden, Sevgili’nin Evi’ne
Ev, nedir ev? Ev bir dünyadır! İmgeleriyle, imgelemimizi dolduran bir dünya.
Hadi tanımlayalım imgelemimizi, hadi soyutlayalım evi oradan. Bu mümkün mü?
Kelimelerin ve deyimlerin evi sözlükler nasıl da küçülürler “ev” ve onunla ifade edilebilen şeyler söz konusu olunca, nasıl büzüşür, kısırlaşır, ille de bir tanım için ekler aranırken nasıl bocalar ve bir çıkmaza doğru nasıl boyunları bükük yuvarlanırlar.
Ya eve dair imgeler? Onları nasıl tasnif eder, tutar, hükmümüz altına alabiliriz ki?
Sen hangi evde açtın gözlerini dünya evine, hangi kadını anne, hangi erkeği baba kıldın gelişinle? Seni hangi evin annesi okşadı kadife elleriyle, hangi evin kadını öptü şafak kızılı dudaklarıyla, hangi evin kadını sardı güven dolu kollarıyla? Sen hangi evin kadınının göğsünde tanıştın pamukla, besinle, tatla? Sen hangi evin kadınına sunuldun ensendeki cennet kokularıyla?
Hangi evin adamı yanaklarını kırptı demir parmaklarıyla? Sen hangi evin adamının çeliğine su verdin kendi can suyunla, hangi evin mazisinden bir armağan, atisine bir davetiyeydin doğuşunla?
Seni hangi evin kumaşıyla sarıp sarmaladılar, hangi evden taşınan suyla yıkadılar, hangi evin halkına muştuladılar seni?
Sen hangi evin hesaplarını değiştirdin, sen hangi evin kızına, oğluna kardeş, hangi evin dedesine, ninesine torun oldun? Hangi evin adamları sana dayı, amca, enişte, hangi evin kadınları sana teyze, hala, yenge oldu?
Hangi evde Allah dedin
Ağladığında duyulabilmesi için hangi evin kapısını açık bıraktılar, nefesin genişlesin diye hangi evin penceresini açtılar, üşümemen için hangi evin ocağını yaktılar?
Sen hangi evin ışığını yaktın, hangi evin halılarına nakış kattın minik topuklarınla?
Hangi evde telaffuz ettin ilk kelimeleri, şeyleri nasıl isimlendirdin, hangi evde Allah dedin, hangi evde öğrendin mazini? Hangi evde Hendek’teki Gül’ün karnında taş olmak istedin, hangi evde kurtardın Şehrazat’ı zalim padişahın elinden, hangi evde bir tahta parçasını Zülfikar eyleyip, hangi müstekbirin evine cenk eyledin?
Bunca şeye rağmen, yine de tükenmez, tüketilemez eve dair imgeler. Ergenlik, evlilik, yeni bir yuva… Evlerde senin kucağına doğan güneş çocuklar, seni tekrarlayan, sürdüren, geleceğe taşıyan çocuklar… Sana bastonlar yapan, koltuk değnekleri satın alan çocuklar, arkandan sala’ verip, seni dünya kirinden arındırmak için, dünya suyuyla yıkayan ve cennete yolcu eden evdeki çocuklar…
Ev, öz-el bir sığınaktır ve aynı zamanda Mutlak olan’a iltica edilen yer olması bakımından her ev öz-el bir tapınaktır; gösterişten azade kulluğu takdim yeri, Mutlaka saf bir içsel yönelişi gerçekleştirme mekanıdır.
Ev, dokunulmazlığı, mahremiyeti, giriş-çıkışlarının belli esaslara, belli törenlere tabi oluşuyla tapınaktan bir yansıma, bir tapınağın (=merkezin) çevresine inşa edilişi, tüm yolların ona çıkışı ve tüm yönlerin ona dönük oluşuyla da tapınağın habercisi, onun etki alanının genişleticisidir.
Hiçbir ev onun kadar güzel olmadı
Kamusal bir ev olan tapınak ise Kadir-i Mutlak’ın evidir; hiçbir evin güzelliğiyle (onun sade kuruluşuyla bile) güzelliğini örtemediği, hiçbir evin onun kadar yücelemediği, yüceltilemediği, hiçbir evin onun gibi ziyaret edilmediği, hiçbir evin onun kadar cazibeye sahip olmadığı bir ev; en meşru barınak, en meşru yuvadır.
Tapınak, beşeri ve semavi inanışların tümünde bir güvenlik, esenlik yeridir. Tüm müminler ruh ve bedenlerini tapınakların güvenlik ve esenlik sunan ortamında dinlendirir, terbiye ederler; her türlü kötülüğe, felakete karşı, tanrının okşayıcı, yatıştırıcı, koruyucu elinin üzerinde durduğuna inandıkları tapınağa koşarlar. Asırlardır tekrarlanan yakarışlar, nidalar, ağıtlar çınlar durur tapınaklarda, yüceltilen, lanetlenen ruhların seyranı, sefaleti okunur duvarlarda.
İnsanoğlu yüreğiyle bir tutar tapınağı; onun kadar elzem, onun kadar gizemli sayar onu. Yüreğini biçimlendiren görünmeyen elin varlığından bir iz, kudretinden bir nişan bulur onda. Yeryüzünü tapınakla, bedenini yürekle ifade edip, yeryüzüne yönelen tecavüzü, bedenine yönelen tecavüz sayarak, kalbini kıran bakışlara eş tutar tapınağa yönelen olumsuz bakışları.
Ah Kabe, ah Beytullah, ah Sevgili’nin Evi!
İşte daha maharetli dillerin çok daha etkililerini iletebilecekleri manaların bir kübe dönüşmüş hali.
Göklerdeki Beytü’l-Darrah’ın izdüşümündeki evrenin kalbi!
Biri kapalı beşi açık yönleriyle hakikatini, sırrını açtıkça kapatan, kapattıkça açan som sadelik!
Gökleri birleştiren nurdan bir sütun; Kal’ü-Bela’da Rabbimizle ahitleşmemizin nişanesi olan Hacer’ü-l Esved’in (Ahit Taşı’nın) rahmi!
Çevresindeki tavafımızla O’na döndüğümüz, O’nunla döndüğümüz mekan!