Tavafta kalplerimiz Hacerü’l-Esved’e bakar ve saat yönünün tersine döneriz.
Çünkü orada ilerleyen zamanın mahiyetini keşfedebilmek için, geçen zamanımıza ilişkin nebevi süreçleri ilk-el’e erişinceye kadar idrak içinde yaşamamız gerekir.
Döneriz ve döndükçe ahir zamanı (şimdimizi) Peygamberimize salat ve selam ile başlatır, ondan İsa’yı, sonra Süleyman’ı, Davud’u, Musa’yı, İshak’ı, İsmail’i, İbrahim’i, Nuh’u (tüm nebi ve resulleri) menzil menzil geçerek atamız Adem’e ulaşırız.
Adem’in yaratıldığı toprak, ona üflenen nefha, Havva’nın Adem’den yaratıldığı kemik oluruz.
Halk edilişimize suret olarak tanık olan Adem’in tanıklığını kuşanırız, ona öğretilen isimlerden alırız kulluk hüviyetimizi. Rabbimiz bize rabliğini sorduğunda, O’na “belâ ya Rabbi” dediğimizi, O’nunla ahdimizi hatırlarız.
Tavaf: dön ki ilerleyesin
Zaman bitmiş, mekan silinmiş, mana tükenmiş ve sadece yine sadece Rabbimiz kalmıştır bize.
Ama dönüş süreklidir, çünkü hilkat ikilidir ve geriye dönüşün ileri dönüşünün de olması gerekir; yine döneriz ama bu kez ilerlemek için döneriz.
Adem, takdir edilmiş yanlışı yaparak, yeryüzüne indirilmiştir. Uzun bir zelil oluş ve tevbe sürecini Allah’ın affına nail olarak tamamlamış ve Arafat’ta temizlenmiş bir kul olarak dururken (vakfederken) Havva ile buluşturulmuştur. Vakfe (durmak) demek, tavaf eden için zamanın ileriye doğru işlemek üzere bir es vermesi demek. İlk dönüşünde bidayetten (kendi şimdisinden) nihayete dönen hacı, bu kez nihayetten bidayete dönecektir. Dönerken dil Allah’ın zikrindedir, akıl O’nu idrakin sarhoşluğundadır.
Arafat’ta vakfe ayıltır ancak hacı’yı. Çünkü orası dönme değil durma yeridir; kendi içine büzülerek, zihninin derinliklerine inerek, kendisinin ne kadar aciz, zalim, cahil ama aynı zamanda halife kılındığını bilip, Allah’ın nimetlerini takdirde aciz oluşunu tevbe ile beyan ederek, kendi haddini ve sorumluluğunu hatırlayarak durmanın yeridir.
Hac esnasında Arafat, aynı zamanda mahşer gününün provasıdır; insan olmakla çokluğun, kendi hesabını veren olmakla tekliğin hakikatine erişme vaktidir.
Gayretin simgesi: Safa ile Merve
Hacer’in Safa ile Merve arasında endişe içinde koşuşturarak su aramasının anısına hacıların da bu iki tepecik arasında hızlı adımlarla yedi defa gidip gelmelerine Sa’y denir.
Bakara Suresi’nin 158. ayetinde, hem Allah’ın işareti hem de ibadet emri olarak yer alır. Dolayısıyla bu iki durumla:
1-İbrahim’in (Hacer’in) sünneti güncelleştirilmektedir.
2-Allah’ın emrine ve Peygamber’in sünnetine uyulmaktadır.
Sa’ydaki nesneler sadece durak ve düşünsel toparlanma yeridir. Tazim onlara değil, onlardaki anıları yaratanadır. Muhabbet onlara değil, onlarda olgunlaşanlara, nimete layık olanlaradır. O halde Say şöyle demektir:
“Safa ve Merve’den Beytullah’ı ve O’nun sahibini görüyorsun ey nefis! Vadiye inince kendini neden yardımsız ve korumasız sanıp, hayatından endişe ediyorsun?
Hadi çıkıp bak, Beyt ve Rabbi orada. Rabbin orada bir aciz kadını nimetlendirdi ve onun çocuğunu diğer insanların gözünde ulvî kıldı. Çünkü onlar O’na teslim olmuşlardı ey nefis! O kadın ve o çocuk kadar acizleşmez ve onlar kadar teslimiyet içinde olmazsan, isyan içinde olursun. Korkularını selamete, şüphelerini doğruya çıkartarak onları aşar ve Allah’a teslim olursan sen de yücelirsin.
Put sensin ve senin bedenin
Hadi şimdi in o tepeden ve çık o tepeye. Hadi yüksel hadi alçal ey nefis! Hızlı yürüyerek düşün, yavaş yürüyerek düşün. Yavaş yürü Beytullah’ın görüntüsünü aklına kazı. Hızlı yürü, aklını ayaklarına değil hikmete yönelt; acele düşünme, mutedil ve muhkem düşün ey nefis!
Adem, Nuh, Hacer, İbrahim, İsmail’in ayak izlerini kaybolmadan görmek için koş. O peygamberlerin ayak izlerini iyi izlemek için yavaş yürü. Taif’in sokaklarında, atılan her bir taşla ayaklarında güller açan ve o gülleri yollara serperek Taif’i Mekke’ye bağlayan Peygamber’den, Safa ve Merve’yi emin belde kılmak için Vahşi’nin ellerinde canını Allah’a sunan Hamza’dan ve Hamza’nın kanıyla lekeli ellerini iki yanına düşürüp, Peygamberin eşiğine baş koyarak İslam’ı öğrenmeye, Müslümanca tevbe etmeye çalışan Vahşi’nin gözyaşından da izler var orada.
Ey nefis! Safa ile Merve put değil; put sensin ve put senden beslenen pozitivist anlayıştır. Hadi, iki tepe arasında yürü, mümin sormaz, teslim olur; alçaldıkça yücelmek, yüceldikçe alçalmak için…
Zemzem
Zemzem, Safa ile Merve arasında su bulmak için gayretle, şevkle, telaşla koşuşturan Hacer’e ve oğlu İsmail’e Rabbin bir bağışıdır.
Bu özel bağış, materia perima (ilk madde) olarak genelleşen suya bitişerek hayatı da içkin hale gelir.
Üstad Sezai Karakoç’un kelimeleriyle:
“Zemzem, evet, Kabe’nin civarında çağlayan bir sudur. Fakat onu gerçek anlamıyla içen, onu Cebrail sevgisi ve refref aşkı taşıyarak içen, haccın verdiği iç yanışın dudak kurutan hararetiyle içen, ruhunu yaprak yaprak Kur’an sayfalarıyla donatarak içen, bilir ki içtiği su, artık bengi su (ab-ı hayat) olmuştur.
Her abdest aldığımız çeşmeye ve suya Zemzemden bir anlam veriyoruz, taşıyoruz. Bizim miracımız olan namaz, gerçeğine yaklaştıkça Cebrail’in kanat renkleri ve ışıltıları ve refrefin uçuş hızıyla yüklenir ve yüreklenir. (…)
Hac, Kabe, kurban ve Zemzem. Burak, Cebrail, Refref, son sınır ve aşk… Bütün bunlar, Müslümanların görünen ve görünmeyen dünyalarının özünü kuran ve aydınlatan, Allah’ın diktiği anıtlar ve verdiği belgelerdir.
Zemzemin, çağıltısına kulak verenler, en keskin ve açık kelimelerle neler söylediğini duyarlar ve anlarlar. Zemzem, çöl ıssızlığında ve çaresizliğinde, kurban olmanın tadını almış bir peygamberin daha çocukken topuğundan fışkırdığı andan bugüne ve bugünden de kıyamete kadar, Allah’a varış aşkını anlatan ve anlatacak olan bir mesnevidir. Onun çağıltısı, onun ritmi bir Refref ritmidir.
İşte, Müslüman, ta yaratıldığı anda ve bu Zemzemi içmiştir. Bundan, onun kalbi dünya korkularıyla çarpmaz; refref adımlarının değişmesi tarzında, aşk çırpıntısıyla çarpar. Her şeyin, varlığında yok olduğu Allah’a varma iştiyakıyla.
Zemzem kuyusunun başında, gören gözler bilir ki, Hızır oturmuş, tas tas abı-ı hayat dağıtmakta.
Bu bir bardak Zemzemin bedeli, bir bardak kan mı, baş mıdır yoksa?
İnsan bir Zemzemse, İslam bir refreftir. İslam bir Zemzemse, iman bir refreftir. Vücut Zemzem, ruh refreftir, insan ilerlerse. Durursa, Zemzem bulanıyor ve refref renk atıyor demektir. Demek ki, Zemzem olmasa refref yok, refref olmasa Zemzem.
Kur’an’ın kadimliği refref gibi, sonsuzluğu Zemzem gibi. Fatiha refref gibi, Yasin burak gibi, Rahman Sidretülmünteha gibi ve hepsi Zemzem gibi, burak gibi, Cebrail gibi, refref gibi, Sidretülmünteha gibi.” (Kıyamet Aşısı, Diriliş Yayınları, İstanbul 1986)
Makam-ı İbrahim
Makam-ı İbrahim, Al-i İmran Suresi’nin 97. ayetinde ismen zikredilir ve dolayısıyla Kâbe’nin ilk mabet oluşunun güçlü delillerinden biri sayılır.
İbrahim Kâbe’yi bina ederken “…öyle bir an geldi ki, Hz. İbrahim, binayı artık yükseltemez oldu. (…) Duvarın üst kısmını tamamlamak için, gerekli bir vasıta bulmak lazımdı, çünkü insan boyu yetmiyordu. Hz. İbrahim büyük bir taş bulup, onu Kâbe duvarının önüne koyuyor ve üstüne çıkıp, inşaatına devam ediyor. Bu da, bugün dahi ‘Makam-ı İbrahim’ dediğimiz yerdir. Bu taş, Kâbe duvarları etrafında nakledilmek suretiyle, Hz. İbrahim taşın üzerine çıktı ve Kâbe’nin diğer duvarlarını tamamladı. İslam’ın ilk devirlerindeki tarihlerde görüyoruz ki, bu taş Kâbe duvarına yapışık bir vaziyette idi. Hz. Ömer zamanında bu taş, Kâbe duvarından uzaklaştırıldı. Niçin? Çünkü tavaftan sonra iki rekât ‘tavaf nafile namazı’ kılınır. Ve bu iki rekât nafile namazı Makam-ı İbrahim önünde kılanlar, Kâbe etrafında tavaf eden hacılara imkan bırakmıyordu. Bunun için Hz. Ömer, bu nafile namazın Methaf’tan uzak kılınması gayesiyle, Makam-ı İbrahim taşını biraz uzaklaştırmış ve Methaf’ın dışında Mekke Mescidi’nin içine yerleştirmiştir. Böylece tavaf edenlere açık yer bırakılmıştır.” (Muhammed Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş)
Müminlerin kardeş olduğunun işareti
Halen Hz. Ömer’ce belirlenen yerde ve cam bir muhafaza içinde bulunan bu taş için şu anlamlandırmalar yapılabilir:
A-Makam-ı İbrahim, “Kabe tarafından sembolize edilen Allah’ın birliği ve benzersizliğine, insanların dini tecrübelerinin devamlılığına (‘İnsanlar için kurulmuş ilk Mabed’) ve son olarak nerede olurlarsa olsunlar, ibadet sırasında yüzlerini bu tek odağa çeviren bütün müminlerin kardeşliğine işaretler…” taşımaktadır.
B-Makam-ı İbrahim, “zihinsel dinginlik ve korkudan uzak”lık anlamında emn’i izhar etmektedir.
C-Makam-ı İbrahim, Emr’in yerine getirilişinin ve kutsalı görünür kılacak bütün edimlerin, kutsal düzlemine alınarak yüceltilişine bir atıftır. Bu manada, Makam-ı İbrahim, küçük, orta ve büyük şeytana 7’şerden 21 taş atmanın Allah’ın rızasını gözetmeye, Allah’ın emrinden dönmeye sevk eden bütün sebepleri fiili bir karşılıkla (taşlamayla) reddetmeye bitişik olmasıyla, buna ilişkin sünnetin iptal edilemezliğini, ertelenemezliğini ve unutulamazlığını da ifade eder.
D-Makam-ı İbrahim, İbrahim’in tebliğciliğinden bir örnek ve onun insanları hac yapmaları için ikna edişine vesile olan bir mucizenin aracı, kendisinden sonra da insanların, İbrahim’le ahidleşmelerinin (onun kıblesini kıble bilmelerinin) bir göstergesidir.
E-Makam-ı İbrahim, İbrahim başta olmak üzere, tüm peygamberlerin niteliklerine, Tevhid mücadelelerine ve onların aracılığıyla biçimlenen Kutsal tarihe ilişkin vaki ve olası tüm imgelerin kaynağıdır. “…apaçık alametler” de bu imgesel yaygınlık ve yoğunluğun bir karşılığı olsa gerektir.
Hac, dini turizm olmasın
Bu yazıda haccın ibadet olarak manasına kısa bir giriş niyetiyle, haccın sebebinin Beytullah ve hatıraları, temsilleri onunla müşterek olan simgeler oluşundan hareketle onların dışa yansıyan anlamları üzerinde durmayı öncelediğimiz için, haccın farz, vacip, sünnet ve müstehab yönüyle maruf sıralamasını ve bunlara mahsus uygulamaları esas almadık.
Bu bağlamda (Hanefi fıkhına göre) haccın üç farzından “şart” niteliği taşıyan ihram (ki diğer ikisi, Arafat’ta vakfe ve tavaf, rükündür) konusuna değinemediğimiz gibi, Müzdelife (de vakfe), kurban kesme ve şeytan taşlama konuları üzerinde de duramadık.
Önemli olan da müminin hacca neden gittiğini anlaması değil midir?
Bununla şüphe karışmış bir meraktan söz etmiyoruz. Mümin sormadan teslim olandır ve ihtiyaç hissederse aklı, bilgisi ve keşifleriyle iman ettiği şeyler konusunda mutmain olmanın yolu da ona açık olur.
Biz bu açıklıktan cesaret alarak, hac maksadıyla gidilen yerin ve orada bulunan simgelerin değerini kısmen dile getirmeye çalıştık ki, hacı neye neden saygı beslediğini, neye ihtimam gösterdiğini bilsin ki, yaptığı hac olsun, dini turizm olmasın ve söz konusu işaretler (simgeler) nedeniyle, tıpkı Peygamberin miracıyla ilgili bildirilenlerle sınananlardan, aldananlardan olmasın:
“(Ey Peygamber) Biz sana, ‘Rabbin müşrikleri sınırsız ilim ve kudretiyle kuşatmıştır; (onların şerrinden seni koruyacaktır)’ diye bildirmiştik. Gerek sana gösterdiğimiz (miraçla ilgili) o rüyeti / müşahedeyi gerekse Kur’an’da lanetlenen zakkum ağacını, (cehennemde ağaç bulunmasını alay ve eğlence konusu yapan) müşrikler için bir sınama ve aldanma vesilesi kıldık. Biz onları azapla uyarıyoruz; ama bu uyarılar onları daha da azdırmaktan başka bir sonuç vermiyor.” (İsra Suresi, 60)