Geçen haftaki yazımda Attila İlhan’dan hareketle Türkiye’nin bir hain kontenjanı olduğunu söylemiş ve yazımı “O halde buyurunuz, hain kontenjanına dahil olanların şahsiyetsizliklerini izlemeye…” diyerek bitirmiştim.
Yeni haftaya başlarken, döviz kurlarındaki artışı kendi kontrollerine alarak Türkiye’yi ekonomik bir çöküşe sürüklemek ve dolayısıyla, kendileri adına “yeniden kuzulaşmış” bir Türkiye yaratmak isteyen Amerika ve onun yedeğindeki Batılı kimi ülkelerin, Türkiye’nin hain kontenjanında sadece bir küsurattan ibaret olan içerideki megafonlarını harekete geçirdiklerine tanık olduk.
Böylece sözünü ettiğimiz şahsiyetsizlik sahnesi harekete geçmiş, küsuratlar kendi içlerinde bir değere tahvil olunarak, asıl sahiplerinin talep mektupçusu rolüne soyunuvermişlerdir.
Nitekim onlardan biri olan Mirgün Cabas, kendinden menkul gazeteciliğiyle, hain kontenjanından bir yerli besleme olarak, adeta “Amerika’nın casus papaz yaptırımlarını kaldırmak, Türkiye ekonomisinin çöküşünü iptal etmek için değil sadece geciktirmek için Amerika’ya görüşme heyeti göndermenize gerek yok; ben onlar adına buradayım ve sahibimin ne istediğini size direkt olarak söyleyebilirim” dercesine, hareketlendirilen malum sahneye fırlayıverdi. Hem öyle bir fırladı ki, güya nesnel bir öneride bulunmak isterken, hızını alamayıp, Amerikan tehdidinin motomot bir tekrarlayıcısı olarak şöyle döktürüverdi:
“Doların düşmesini istiyorsanız, papazı bıraktığınız gün Osman Kavala’yı, Enis Berberoğlu’nu, Demirtaş’ı ve diğerlerini de bırakın.”
“Biz bu sesi ve söyleyişi neren hatırlıyoruz” diye düşünerek yorulmamanız için cevabı ben vereyim: Bu ses ve söyleyiş, Gezi eşkıya kalkışmasındaki, 17/25 Aralık seçim ayarlı darbe yeltenişindeki, 15 Temmuz darbe girişimindeki sesin ve söyleyişin ta kendisidir.
Hala bu tertipleri, ağaç işlerine, birkaç çocuğun yeşil doğa heveslerine, rüşvet karşıtlığına… bağlayan birkaç kişi kalmış mıdır bilmiyorum ama, Amerika’nın ve Batılı kimi ülkelerin Türkiye ile ilgili taleplerinde dünden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini ve bu talebin doğrudan Türkiye’nin istiklaline ve güçlenmesine karşı açık bir saldırı olduğunu biliyorum.
Eğer sosyolojik şartları benzeşiyor olsaydı, Türkiye, Gezi eşkıya kalkışmasıyla Mısır formülüne dahil edilecekti ama benzeşmediği için olmadı. 17/25 Aralık ve 15 Temmuz’daki darbe esaslı yeltenişler ise, dış güçlerin hiç ummadıkları şekilde halkın göğsünde kırıldı. Ama o ses ve o söyleyiş, ihanetinin dozundan hiçbir şey eksiltilmeksizin, Türkiye’nin yeniden bulandırılacak günlerinde söylenilmek üzere pusuya tekrar yatırıldı. Bugün döviz müdahaleleri üzerinden bulandırılmaya teşne olan günlerdeyiz ve işte o ses ve o söyleyiş, adı Mirgün Cabas olan megafondan asıl sahibin arzusuyla böyle yükseltiliverdi.
Cabas’ın seçtiği isimler, Amerikan tehdidinin çok yönlülüğünü göstermesi bakımından üzerinde fazlasıyla düşünülmüş isimler olarak öne çıkıyor.
Şöyle ki Osman Kavala, Gezi eşkıya kalkışmasını ve FETÖ tertiplerini temsilen “biz lejyonerlerimizi harcatmayız” kabadayılığını göstermek üzere; Enis Berberoğlu, “Suriye’de bizden habersiz adım atamazsınız” ikazını temsilen, “Biz gazeteci görünümlü ajanlarımızı yedirmeyiz” salvosunu atmak üzere, Selahattin Demirtaş ise, Amerika’nın PKK ve onun türevi olan örgütleri desteklemesini temsilen, “Bizim tercihlerimizi bize sorgulatamazsınız” türünden bir pervasızlığı göstermek üzere kayda alınmıştır.
Nitekim Yeni Şafak gazetesinin haberine göre, sorunların çözümü için Amerika’ya gönderilen heyetin, görüşmelerden olumlu bir sonuç alamadıkları gibi, casus papazla birlikte FETÖ ile bağlantılı Amerikan vatandaşlarının ve FETÖ kılıklı yerli ajanlarının iade edilmesi talebiyle karşılaşmaları, Cabas’ın mesajını söz konusu durumla buluşturmuştur.
Gerçi, casus papaz konusunu problem haline dönüştürenin Türkiye olmadığı, bu problemin çözümünde de yine onun ısrarlı olduğu ancak bu heyet sayesinde anlaşılabilirdi. Ama yine de konunun bam teli burası değil. Konunun bam teli, Türkiye’deki hain kontenjanının dünden bugüne kesintisiz olarak süregelen, “ha casus papaz, ha Mirgün cabas” şeklindeki muhteviyattır.
Bu iç karartıcı durumlara rağmen, yine de Türkiye’deki hain kontenjanından kimi küsuratların, sahibinin sesi olarak konuş(turul)masından yarar elde edilmesi de mümkündür.
Ki, malum küsuratların ancak krizler yoluyla sahneye sürülmeleri ve seyre uygun hale getirilmeleri, onların ifşa edilmeleri tahtında az bir fayda olmasa gerektir.